Dikkat ettiyseniz aramızda hiç kötü insan yok. Hepimiz geyleri çok seviyoruz. Sevmeyenlerimizin bile çocukları ya da toplumu tümden kötülüklerden korumak gibi iyi niyetli argümanları var. Kediler? Tüm hayvanları çok seviyoruz ama kediler bir başka.
Yine de nasıl oluyorsa sıçanlarla kediler eşit. Bir hayvanı sadece güzel görünüyor diye sevebilir miyiz? Bu yüzden sıçanla kediyi ayrı yerlere koymak türcülük. Irkçılık gibi bir şey. Hatta hayvan ile insan aynı olduğundan türcülük de ırkçılığa denk. Ve bütün kadınların kakaları pembe çıkıyor. Ve tabii ki hepimiz feministiz. Çünkü bildiğiniz gibi kadın liderlere sahip ülkeler Koronavirüs’le mücadelede erkeklerin lider olduğu ülkelerden daha başarılı. Orange Man bad. Özgür dünyanın lideri Angela Merkel good. Orange Man’in ne kadar kötü olduğunu sürekli vurgulamamız lazım ki bizim ne kadar iyi olduğumuzu ve iyilerle beraber olduğumuzu herkes bilsin. Sinerjimiz dünyaya yayılsın. Kapitalizm çöksün.
İşte böyle… Ne var ki dünya sadece iyi ve doğru düşünen insanlardan oluşsaydı oldukça tek düze, tatsız tuzsuz bir yer olurdu. İyi ki kötülükler var, kötülükleri savunanlar var aramızda. İnsanın hiçbir zaman mükemmel bir canlı olmadığını hatırlatıyorlar bize.
Bugünün serbest çevirisi, orijinalinde Londra’da yaşayan bir Amerikalı tarafından kaleme alındı.
Azıcık kötülük, sürekli düşünceli ve merhametli olup haklının ve mazlumun yanından yer almaktan iyidir
Why a little evil is good and a lot of empathy is bad | Boston Globe | Linda Rodriguez McRobbie | 27 Ekim 2018
British Columbia Üniversitesi’nde, insan ruhunun “karanlık” özelliklerini inceleyen bir araştırma laboratuvarının başkanı olan Paulhus; 2002’de “kara üçlü”yü tespit eden bir araştırma takımında yer alıyordu. Bilmeyenleriniz için; Kara üçlü, üç antisosyal kişilik özelliklerinden oluşur:
-
Narsizm, yani şahsi reklâmın saldırgancası
-
Etrafınızdakileri “ustalıkla yönetmek” arzusundan geçen Makyavelcilik
-
Ve son olarak da, katılık ve kibirle örülmüş fevri psikopati.
Paulhus’un laboratuvarında devam eden araştırmaların sonucunda, bu üçlüye 2013 senesinde bir dördüncü eklendi: “gündelik sadizm”
Aynı laboratuvarda çalışan Erin Buckels tarafından yürütülen deneylerde, katılımcılara çeşitli sorular yönetildi. Bu sorular katılımcılara bir böceği öldürüp öldürmeyeceklerini veya bunun yerine bir haşere imha uzmanına böcekleri öldürmesinde yardım edip etmeyeceklerini soruyordu.
Katılımcıların %53’ü, böcekleri ya doğrudan kendilerinin öldürebileceklerini ya da imha uzmanına yardım edecekleri yanıtını verirken; böcekleri kendilerinin öldüreceğini ifade eden %26.8’lik kısmın önüne üç tane tahta biti sunuldu: Tootsie, Muffin ve Ike. Bunun yanısıra, aynı katılımcıların önüne bir kahve öğütücü de getirildi. Bu kişiler sadece mevzubahis böcekleri öldürmekle kalmayıp, aynı zamanda, bu eylemi gerçekleştirirken keyiflendiklerini de itiraf ettiler. Editörün notu: İçi iyilikle dolu olanlarınızın elleri ayakları titreyip düşüp bayılmaması için belirtmemde fayda var; katılımcılar, tahta bitlerini hışırtılı bir ezilmeden koruyan plastik bir mekanizmanın öğütücünün bıçaklarına yerleştirilmiş olduğundan habersizdi.
Araştırma ekibi, insanlara rahatsızlık verme eylemini inceledikleri diğer bir deneyde de benzer sonuçlara ulaştı. Katılımcılardan, bir başka odada bulunduğuna inandırdıkları rakiplere karşı bir bilgisayar oyunu müsabakasına girmeleri istendi. Kazananlar, rakiplerini kontrol edebildikleri ölçekte gürültüye “boğabilecekti.”
Bu deneyin bulgularına göre, birçoğumuz diğer insanları kasıtlı bir şekilde gürültüye boğmaya son derece istekliyiz.
Dahası, aramızdaki sadistler alt ettikleri rakiplerini daha yüksek gürültülere maruz bırakırken, bu amaca ulaşmak için son derece sıkıcı ek görevleri de yerine getirmeye açıklar. Paulhus’u hazırlıksız yakalayan bu bulguya göre insanlar, diğerlerine zarar vermek için zahmete girmeye hazırlar.
“Psikopatlarda bulunan fevri bencillik, narsistlerdeki kendine hayranlık…Bunların herkesçe malûm iyi bilinen gerçekler olduğundan haberdarız. Bu kategorilere giren tanıdıklarımız mevcut. [Lakin], bizi burada görece şaşırtan durum sadizme dair olan bulgu—gözümüzün önünde apaçık duran bu gerçeğin, insanların farketmeyecekleri seviyelerde normalleştirilmiş olması.”
İnsanların kaçta kaçının kişilik yelpazesinin karanlık tarafına meyilli olduğunu kestiremeyiz. Ancak sayının yüksek olması muhtemel. Geçtiğimiz Temmuz ayında, Kopenhaglı araştırmacılar, aralarına egoizm ve kinciliği de ekledikleri bu karanlık eğilimlerin ortak bir “kara öz”e tabi olduğunu buldular. Yani, eğer bu bahsedilen karanlık eğilimlerden herhangi birine sahipseniz, muhtemelen, diğerlerinin en az birini daha sergiliyorsunuz.
Peki, neden?
Her şeyi bir kenara bırakalım, bu eğilimlerin faydalı olma ihtimâli sözkonusu
University College London psikologlarından olan ve yakında yayınlanacak Kötülük: İnsanlığın Karanlık Tarafının Altında Yatan Bilim başlıklı kitabın yazarı Julia Shaw şunları belirtiyor:
“Bence, cinayet gibi eylemler için gerekli olduğunu düşündüğümüz kötülüğün boyutlarını abartıyoruz. Kötülüğe atfedilen mistisizm, insanların kendilerinin de birer azmettirici olabilme ihtimâlini görmelerini engelliyor. Ancak, birçok kötü eylem, nispeten sıradan insanlar tarafından anlık verilen yersiz kararlardan kaynaklanıyor. Yüksek ihtimâlle diyebiliriz ki birçoğumuzun oldukça kötü eylemler gerçekleştirmesi mümkün.”
Evvela şunu bilmeliyiz ki biz diğerlerini insandışılaştırmak (dehumanize) için gerekli olan içgüdüye sahibiz. İnsandışılaştırma, 2. Dünya Savaşından sonra ivme kazanan bir çalışma alanı. Örneğin, meşhur Milgram deneyleri, otoriteye olan sorgusuz güvenin, diğerlerini incitmenin önündeki vicdâni muhakemelerin önüne geçip geçmediğini araştırmıştır. 1970’ler boyunca yürütülen çalışmalar da, insandışılaştırmanın, insanları toplu kıyımlar yapmaya hareketlendirmeye yettiğini göstermiştir. Aralarına ünlü Stanford Hapishane Deneyi’nden Dr. Philip Zimbardo’yu da dahil edebileceğimiz bazı araştırmacılar, insandışılaştırmayı insan kötülüğünün temeli sayar.
2017’de gerçekleştirilen bir çalışma, “sıradan” insanların herhangi bir çaba gerektirmeyecek şekilde internet trollerine dönüşebileceğini; bu dönüşümün olasılığının diğer trollere denk gelmeleri durumunda, kendileri için katlanarak artacağını belirtiyor. İlaveten, diğer insanların acılarından memnuniyet duyma içgüdüsünün, acıyı çekenlerin tüm suçsuzluğuna rağmen, kuvvetli olduğunu gösteriyor. Bugün 29.sezonunu izleyebildiğimiz Amerikan Evlerinden Gelen En Komik Videolar programı da bulguları fazlasıyla destekliyor.
Bunlar edinilmiş birer davranış değiller. 2013’ten bir çalışmanın vardığı sonuca göre en küçüğü 4 yaşında olmak üzere, çocukların da schadenfreude, yani başkalarının şanssızlığından heyecan verici bir mutluluk duyma hâlini deneyimlediklerini gösterdi. Bu heyecan, çocukların şanssızlığa uğrayan kişileri, başlarına gelen talihsizliğin sorumlusu olduğuna inandığı durumlarda akut seviyelere yükseliyormuş. Bu sene içinde gerçekleştirilen diğer bir çalışmaya göre ise, 6 yaşındaki çocukların harçlıklarıyla gidip futbolcu çıkartmaları satın almak yerine, bu parayı antisosyal olarak addedilen bir kuklanın cezalandırıldığı görüntüyü izlemek için harcamayı yeğlediklerini gösteriyor. Peki, kendi grubumuzdan olmayan kişileri insandışılaştırma içgüdüsüne ne demeli? Bir diğer çalışmaya göre 9 ilâ 13 yaş arasında da gözlenebilen bu hâl, en erken 5 yaşında kendini dışavurmaya başlıyor.
Farklı bir deyişle, kınadığımızı belirttiğimiz davranışlar yalnızca vahşi, yırtıcı kişilerin ve bizzat bizim kötü diye nitelediklerimizin tekelinde bulunmuyor. Bu içgüdüler hepimizde var. Hayatımıza bu kusurlara sahip olarak başlıyoruz.
Az biraz fena olmak, en azından kısa vadede, muhtemelen kullanışlı bir eşleşme taktiği de. 2014’teki bir çalışma, kadınların “kötülere” ilgi duyduklarını doğrular nitelikte. Bu çalışmaya katılan 128 kadından uydurma erkek karakterlerin çekiciliğini puanlamaları istendi. Bu karakterlerin fiziksel görünüşü sabitti. Yine de katılımcı kadınlar, kişiliklerinde yukarıda bahsettiğimiz “kara üçlü”yü daha yoğunluklu barındıran erkeklere, diğerlerine oranla inanılmaz derecelerde yüksek puanlar verdi.
2016’da gerçekleştirilen başka bir çalışmaya göre, narsist erkekler, kadınlarla tanışıp beraber olmada daha başarılı. Kadınlar açısından bakıldığında ise, bu çalışmaya göre, erkekteki psikopati kısa dönem eşleşmelerle bir korelasyon içinde.
Paulhus ve meslektaşlarının 2014 senesinde karanlık kişiliklerin sınıflandırılması üzerine olan makalelerine göre birçok insan usandırıcı kişiliklerdense karanlık kişilikleri yeğliyor, tabiri caizse ”kokmuş balık”tansa “aktif bir volkan”ı tercih ediyorlar.
Bu karanlık özelliklerin farklı şekillerde ödüllendirildiğine dair başka kanıtlar da var. İş mülâkatlarında narsistler daha iyi bir performans sergiliyorlar. Makyavelci eğilimlere sahip olanlar ise gerek toplantılarda gerekse liderlik kademelerinde başarıyı yakalıyorlar. Gazeteci Jon Ronson’un 2011 tarihli Psikopatlık Testi başlıklı kitabıyla yaptığı meşhur keşfe göre, büyük şirketlerin icra kurulu başkanları (CEO) için teşhis edilebilir psikopatlık oranı yaklaşık %4. Bu oran, genel nüfustaki psikopatlardan 4 kat daha fazla. 2018’de Journal of Applied Pyschology’de yayınlanan bir meta-analize göre, liderliğin ortaya çıkışı ve psikopati arasında küçük de olsa bir bağ mevcut. Yani, bizler daha çok psikopatik eğilimler gösteren kişileri takip etmeye meyilliyiz.
Başkalarının acısından zevk almamız bile evrimsel bir adaptasyon sürecine işaret ediyor olabilir. Kimi araştırmalara göre savaş sırasında gerçekleştirilen sadistik eylemler, travma sonrası stres bozukluğunun (PTSD) gelişimini engelleyebilir. Paulhus ve meslektaşlarının ortaya sunduğu üzere, özellikle belirli bir şahsın cezalandırıcı konumunda olması gereken mesleklerde, “gündelik sadistler” ortaya çıkabiliyor.
”Hedefe giden yolların mûbah olduğu durumlarda, en toplum yanlısı sonuçları elde edebilmek için kestirmelere başvurmayı bilmeniz bekleniyor,”
diyor Paulhus.
“Eğer koltuğunuzda öylece en mükemmel insan olarak oturursanız, toplumu değiştirmeye ve işlerin halledilmesine yönelik yolda gereksizsiniz demektir”
diye de ekliyor.
Peki ya, kimilerinin insandışılaştırmadaki üstün yeteneklerine ne demeli? Bu özelliğin dahi kendine has boyutları mevcut. 2013’te yayınlanan bir çalışma, aşırı stresli hemşirelerin, işlerinin güçlüğüyle başa çıkabilmek için hastalarını insandışılaştırmaya yöneldiklerini gösteriyor.
Dahası, “[…] hastalara gösterilecek insanî yaklaşımın, tükenmişliğin semptomlarına neden olabileceği görüldü.”
gibi bir sonuca varıyor bu çalışma.
Yani, hemşireler hastalarıyla empati kurdukça, kendilerini daha kötü hissediyor ve bu da işlerini kötü yapmalarına neden olabiliyor.
Belki, kötü bir kişi olarak görülme isteği de toplumsal ilerlemenin lokomotifidir?
Shaw, bu durumu LGBTQ hakları üzerinden örneklendiriyor: Yakın tarihte ve şu anda kimi kültürel çevrelerde, cinsel farklılıklar, geleneksel toplumsal normların sınırlarını ihlâl olarak algılanmaktadır. Normlara meydan okuma, zaten marjinalleşmiş bir topluluk için daha fazla hakka sahip olabilmek manâsına gelirken, kuralları yıkma marifeti, sorunları çözmek için atılan bir adım hâline dönüşebiliyor.
Kötü davranışın nezdimizdeki tanımı sürekli hareket halinde olan bir hedef gibi. Lakin, doğruluğundan emin olduğumuz bir durum var: İnsanlar her daim kötü değiller. Bizler, aramızdaki en güçsüzleri korumak ve desteklemek adına toplumları ve organizasyonları bizzat kendimiz oluşturuyoruz. Bir tür şiddet eylemi ya da ahlâksızlığa şahit olduğumuzda, özellikle sosyal medyada, avazımız çıktığı kadar bağırıp, kınıyoruz. Birçoğumuz savaşa, hoşgörüsüzlüğe ve bağnazlığa karşı sesimizi çıkarıp diğerlerini uyarıyoruz. Yanısıra, her ne kadar medya ve haberler tam aksine bizleri ikna etmeye çalışsa da, her geçen gün daha az kötüye gidiyoruz. Bilişsel bilimci Stephen Pinker, 2011’de Doğamızın İyi Melekleri—Şiddet Neden Azaldı? başlıklı kitabında, hayli ses getiren bir şekilde, her geçen gün toplumlarımızın nasıl da daha iyi ve barışçıl hâllere evrildiklerini dillendirdi. Toplumlar medenileştikçe; ve alışverişin, ticaretin, teknolojinin, eğitiminin nimetlerini biriktirdikçe, şiddet azalışa geçti.
Araştırmacılara göre, kötü davranışları frenleyen şey empati
Bir insanın, diğerlerinin his ve duygularının farkında olabilme yetisi çoğunlukla kötülüğün panzehiri olarak kabul edilir. Lakin, empati de tam olarak saf bir eylem değil. Yale psikologlarından Dr. Paul Bloom, bütünüyle bakıldığında empatinin zayıf kalan bir manevi rehber olduğunu tartıştığı 2017 tarihli Empatiye Karşı başlıklı kitabında, empatinin tüm ahlâki erdemlerin temeli olduğunu iddia eden kültürel takıntıları ele alarak, kimi deliller ortaya sundu.
Kitapta, 1995 yılında yapılan bir araştırmaya kaynak veriliyor. Bu araştırmanın katılımcılarına, henüz 10 yaşında ölümcül bir hastalığa yakalanmış Sheri isimli biz kız çocuğundan bahsediliyor. Sheri, hastalığını iyileştirecek bir operasyon listesinde yer alıyor ancak sıranın oldukça gerilerinde. Dahası, bu listede Sheri’nin önünde başka çocuklar da mevcut. Katılımcılara, Sheri’yi listede öne geçirip geçirmeyecekleri sorusu yöneltiliyor. Hiçbir detaya girilmeden, küçük kızı listenin ön sıralarına geçirmesi istenilen katılımcılar bunu reddediyor, sırasını beklemesi gerektiğini bildiriyorlar. Lakin, Sheri’nin hisleri ve duygularıyla bağ yani kendisiyle empati kurması istenilen katılımcılar, kendisini öne geçirmekte tereddüt etmiyorlar. Bu durumda, tamamen duygusal saiklerle kurulan empati, diğer çocukların hakkını yemiş oluyor ve onları dezavantajlı konuma düşürüyor. Bloom’un kendi yaptığı deneylerde de, insanlar daha fazla empati kurdukça, belirli bir acının sebebi ya da azmettiricisi olan insanları cezalandırırken daha acımasız oluyorlar.
Diğer bir deyişle, empati kusurlu bir mekanizma. Kötülüğe gelecek olursak, kötülükleri gerçekleştiren insanlar hiç de kendilerine has canavarlar değiller. Biz, “normal” insanlar da, bu kötülükleri gerçekleştirme kapasitesine sahibiz. Peki, o zaman neden gün geçtikçe daha az kötülük yapıyoruz? Cevabı aşikâr: Yalnızca, diğer insanlara karşı insaniyeti ve merhameti yüceltmekle kalmıyoruz, aynı zamanda, kötülüğe meyilli olduğumuzun da bilincinde oluyoruz. Paulhus şunu diyor:
“Kötü taraflarımızın farkında olduğumuz için bunları kontrol edebiliyoruz. Ama, bu kötülük potansiyelini de ortadan kaldırmıyor son kertede. Hepimizin masum insanlar olduğuna inanabiliriz; ama, kötülük potansiyelimizin farkında olmak daha iyi.”
Bu durumda, başkalarını kötü diye etiketlerken daha dikkatli olmamız şart. Kötülüğü ötekileştirmek, kendi içimizde varolan kötülüğü görmememize sebep oluyor. Böyle olunca da, aynı zamanda, sürekli kötü diye nitelendirdiğimiz insanlığın kendisine de yabancılaşıyoruz.
Dikkat ettiyseniz aramızda hiç kötü insan yok. Hepimiz geyleri çok seviyoruz. Sevmeyenlerimizin bile çocukları ya da toplumu tümden kötülüklerden korumak gibi iyi niyetli argümanları var. Kediler? Tüm hayvanları çok seviyoruz ama kediler bir başka.
Yine de nasıl oluyorsa sıçanlarla kediler eşit. Bir hayvanı sadece güzel görünüyor diye sevebilir miyiz? Bu yüzden sıçanla kediyi ayrı yerlere koymak türcülük. Irkçılık gibi bir şey. Hatta hayvan ile insan aynı olduğundan türcülük de ırkçılığa denk. Ve bütün kadınların kakaları pembe çıkıyor. Ve tabii ki hepimiz feministiz. Çünkü bildiğiniz gibi kadın liderlere sahip ülkeler Koronavirüs’le mücadelede erkeklerin lider olduğu ülkelerden daha başarılı. Orange Man bad. Özgür dünyanın lideri Angela Merkel good. Orange Man’in ne kadar kötü olduğunu sürekli vurgulamamız lazım ki bizim ne kadar iyi olduğumuzu ve iyilerle beraber olduğumuzu herkes bilsin. Sinerjimiz dünyaya yayılsın. Kapitalizm çöksün.
İşte böyle… Ne var ki dünya sadece iyi ve doğru düşünen insanlardan oluşsaydı oldukça tek düze, tatsız tuzsuz bir yer olurdu. İyi ki kötülükler var, kötülükleri savunanlar var aramızda. İnsanın hiçbir zaman mükemmel bir canlı olmadığını hatırlatıyorlar bize.
Bugünün serbest çevirisi, orijinalinde Londra’da yaşayan bir Amerikalı tarafından kaleme alındı.
Azıcık kötülük, sürekli düşünceli ve merhametli olup haklının ve mazlumun yanından yer almaktan iyidir
Why a little evil is good and a lot of empathy is bad | Boston Globe | Linda Rodriguez McRobbie | 27 Ekim 2018
British Columbia Üniversitesi’nde, insan ruhunun “karanlık” özelliklerini inceleyen bir araştırma laboratuvarının başkanı olan Paulhus; 2002’de “kara üçlü”yü tespit eden bir araştırma takımında yer alıyordu. Bilmeyenleriniz için; Kara üçlü, üç antisosyal kişilik özelliklerinden oluşur:
Narsizm, yani şahsi reklâmın saldırgancası
Etrafınızdakileri “ustalıkla yönetmek” arzusundan geçen Makyavelcilik
Ve son olarak da, katılık ve kibirle örülmüş fevri psikopati.
Paulhus’un laboratuvarında devam eden araştırmaların sonucunda, bu üçlüye 2013 senesinde bir dördüncü eklendi: “gündelik sadizm”
Aynı laboratuvarda çalışan Erin Buckels tarafından yürütülen deneylerde, katılımcılara çeşitli sorular yönetildi. Bu sorular katılımcılara bir böceği öldürüp öldürmeyeceklerini veya bunun yerine bir haşere imha uzmanına böcekleri öldürmesinde yardım edip etmeyeceklerini soruyordu.
Katılımcıların %53’ü, böcekleri ya doğrudan kendilerinin öldürebileceklerini ya da imha uzmanına yardım edecekleri yanıtını verirken; böcekleri kendilerinin öldüreceğini ifade eden %26.8’lik kısmın önüne üç tane tahta biti sunuldu: Tootsie, Muffin ve Ike. Bunun yanısıra, aynı katılımcıların önüne bir kahve öğütücü de getirildi. Bu kişiler sadece mevzubahis böcekleri öldürmekle kalmayıp, aynı zamanda, bu eylemi gerçekleştirirken keyiflendiklerini de itiraf ettiler. Editörün notu: İçi iyilikle dolu olanlarınızın elleri ayakları titreyip düşüp bayılmaması için belirtmemde fayda var; katılımcılar, tahta bitlerini hışırtılı bir ezilmeden koruyan plastik bir mekanizmanın öğütücünün bıçaklarına yerleştirilmiş olduğundan habersizdi.
Araştırma ekibi, insanlara rahatsızlık verme eylemini inceledikleri diğer bir deneyde de benzer sonuçlara ulaştı. Katılımcılardan, bir başka odada bulunduğuna inandırdıkları rakiplere karşı bir bilgisayar oyunu müsabakasına girmeleri istendi. Kazananlar, rakiplerini kontrol edebildikleri ölçekte gürültüye “boğabilecekti.”
Bu deneyin bulgularına göre, birçoğumuz diğer insanları kasıtlı bir şekilde gürültüye boğmaya son derece istekliyiz.
Dahası, aramızdaki sadistler alt ettikleri rakiplerini daha yüksek gürültülere maruz bırakırken, bu amaca ulaşmak için son derece sıkıcı ek görevleri de yerine getirmeye açıklar. Paulhus’u hazırlıksız yakalayan bu bulguya göre insanlar, diğerlerine zarar vermek için zahmete girmeye hazırlar.
“Psikopatlarda bulunan fevri bencillik, narsistlerdeki kendine hayranlık…Bunların herkesçe malûm iyi bilinen gerçekler olduğundan haberdarız. Bu kategorilere giren tanıdıklarımız mevcut. [Lakin], bizi burada görece şaşırtan durum sadizme dair olan bulgu—gözümüzün önünde apaçık duran bu gerçeğin, insanların farketmeyecekleri seviyelerde normalleştirilmiş olması.”
İnsanların kaçta kaçının kişilik yelpazesinin karanlık tarafına meyilli olduğunu kestiremeyiz. Ancak sayının yüksek olması muhtemel. Geçtiğimiz Temmuz ayında, Kopenhaglı araştırmacılar, aralarına egoizm ve kinciliği de ekledikleri bu karanlık eğilimlerin ortak bir “kara öz”e tabi olduğunu buldular. Yani, eğer bu bahsedilen karanlık eğilimlerden herhangi birine sahipseniz, muhtemelen, diğerlerinin en az birini daha sergiliyorsunuz.
Peki, neden?
Her şeyi bir kenara bırakalım, bu eğilimlerin faydalı olma ihtimâli sözkonusu
University College London psikologlarından olan ve yakında yayınlanacak Kötülük: İnsanlığın Karanlık Tarafının Altında Yatan Bilim başlıklı kitabın yazarı Julia Shaw şunları belirtiyor:
“Bence, cinayet gibi eylemler için gerekli olduğunu düşündüğümüz kötülüğün boyutlarını abartıyoruz. Kötülüğe atfedilen mistisizm, insanların kendilerinin de birer azmettirici olabilme ihtimâlini görmelerini engelliyor. Ancak, birçok kötü eylem, nispeten sıradan insanlar tarafından anlık verilen yersiz kararlardan kaynaklanıyor. Yüksek ihtimâlle diyebiliriz ki birçoğumuzun oldukça kötü eylemler gerçekleştirmesi mümkün.”
Evvela şunu bilmeliyiz ki biz diğerlerini insandışılaştırmak (dehumanize) için gerekli olan içgüdüye sahibiz. İnsandışılaştırma, 2. Dünya Savaşından sonra ivme kazanan bir çalışma alanı. Örneğin, meşhur Milgram deneyleri, otoriteye olan sorgusuz güvenin, diğerlerini incitmenin önündeki vicdâni muhakemelerin önüne geçip geçmediğini araştırmıştır. 1970’ler boyunca yürütülen çalışmalar da, insandışılaştırmanın, insanları toplu kıyımlar yapmaya hareketlendirmeye yettiğini göstermiştir. Aralarına ünlü Stanford Hapishane Deneyi’nden Dr. Philip Zimbardo’yu da dahil edebileceğimiz bazı araştırmacılar, insandışılaştırmayı insan kötülüğünün temeli sayar.
2017’de gerçekleştirilen bir çalışma, “sıradan” insanların herhangi bir çaba gerektirmeyecek şekilde internet trollerine dönüşebileceğini; bu dönüşümün olasılığının diğer trollere denk gelmeleri durumunda, kendileri için katlanarak artacağını belirtiyor. İlaveten, diğer insanların acılarından memnuniyet duyma içgüdüsünün, acıyı çekenlerin tüm suçsuzluğuna rağmen, kuvvetli olduğunu gösteriyor. Bugün 29.sezonunu izleyebildiğimiz Amerikan Evlerinden Gelen En Komik Videolar programı da bulguları fazlasıyla destekliyor.
Bunlar edinilmiş birer davranış değiller. 2013’ten bir çalışmanın vardığı sonuca göre en küçüğü 4 yaşında olmak üzere, çocukların da schadenfreude, yani başkalarının şanssızlığından heyecan verici bir mutluluk duyma hâlini deneyimlediklerini gösterdi. Bu heyecan, çocukların şanssızlığa uğrayan kişileri, başlarına gelen talihsizliğin sorumlusu olduğuna inandığı durumlarda akut seviyelere yükseliyormuş. Bu sene içinde gerçekleştirilen diğer bir çalışmaya göre ise, 6 yaşındaki çocukların harçlıklarıyla gidip futbolcu çıkartmaları satın almak yerine, bu parayı antisosyal olarak addedilen bir kuklanın cezalandırıldığı görüntüyü izlemek için harcamayı yeğlediklerini gösteriyor. Peki, kendi grubumuzdan olmayan kişileri insandışılaştırma içgüdüsüne ne demeli? Bir diğer çalışmaya göre 9 ilâ 13 yaş arasında da gözlenebilen bu hâl, en erken 5 yaşında kendini dışavurmaya başlıyor.
Farklı bir deyişle, kınadığımızı belirttiğimiz davranışlar yalnızca vahşi, yırtıcı kişilerin ve bizzat bizim kötü diye nitelediklerimizin tekelinde bulunmuyor. Bu içgüdüler hepimizde var. Hayatımıza bu kusurlara sahip olarak başlıyoruz.
Az biraz fena olmak, en azından kısa vadede, muhtemelen kullanışlı bir eşleşme taktiği de. 2014’teki bir çalışma, kadınların “kötülere” ilgi duyduklarını doğrular nitelikte. Bu çalışmaya katılan 128 kadından uydurma erkek karakterlerin çekiciliğini puanlamaları istendi. Bu karakterlerin fiziksel görünüşü sabitti. Yine de katılımcı kadınlar, kişiliklerinde yukarıda bahsettiğimiz “kara üçlü”yü daha yoğunluklu barındıran erkeklere, diğerlerine oranla inanılmaz derecelerde yüksek puanlar verdi.
2016’da gerçekleştirilen başka bir çalışmaya göre, narsist erkekler, kadınlarla tanışıp beraber olmada daha başarılı. Kadınlar açısından bakıldığında ise, bu çalışmaya göre, erkekteki psikopati kısa dönem eşleşmelerle bir korelasyon içinde.
Paulhus ve meslektaşlarının 2014 senesinde karanlık kişiliklerin sınıflandırılması üzerine olan makalelerine göre birçok insan usandırıcı kişiliklerdense karanlık kişilikleri yeğliyor, tabiri caizse ”kokmuş balık”tansa “aktif bir volkan”ı tercih ediyorlar.
Bu karanlık özelliklerin farklı şekillerde ödüllendirildiğine dair başka kanıtlar da var. İş mülâkatlarında narsistler daha iyi bir performans sergiliyorlar. Makyavelci eğilimlere sahip olanlar ise gerek toplantılarda gerekse liderlik kademelerinde başarıyı yakalıyorlar. Gazeteci Jon Ronson’un 2011 tarihli Psikopatlık Testi başlıklı kitabıyla yaptığı meşhur keşfe göre, büyük şirketlerin icra kurulu başkanları (CEO) için teşhis edilebilir psikopatlık oranı yaklaşık %4. Bu oran, genel nüfustaki psikopatlardan 4 kat daha fazla. 2018’de Journal of Applied Pyschology’de yayınlanan bir meta-analize göre, liderliğin ortaya çıkışı ve psikopati arasında küçük de olsa bir bağ mevcut. Yani, bizler daha çok psikopatik eğilimler gösteren kişileri takip etmeye meyilliyiz.
Başkalarının acısından zevk almamız bile evrimsel bir adaptasyon sürecine işaret ediyor olabilir. Kimi araştırmalara göre savaş sırasında gerçekleştirilen sadistik eylemler, travma sonrası stres bozukluğunun (PTSD) gelişimini engelleyebilir. Paulhus ve meslektaşlarının ortaya sunduğu üzere, özellikle belirli bir şahsın cezalandırıcı konumunda olması gereken mesleklerde, “gündelik sadistler” ortaya çıkabiliyor.
”Hedefe giden yolların mûbah olduğu durumlarda, en toplum yanlısı sonuçları elde edebilmek için kestirmelere başvurmayı bilmeniz bekleniyor,”
diyor Paulhus.
“Eğer koltuğunuzda öylece en mükemmel insan olarak oturursanız, toplumu değiştirmeye ve işlerin halledilmesine yönelik yolda gereksizsiniz demektir”
diye de ekliyor.
Peki ya, kimilerinin insandışılaştırmadaki üstün yeteneklerine ne demeli? Bu özelliğin dahi kendine has boyutları mevcut. 2013’te yayınlanan bir çalışma, aşırı stresli hemşirelerin, işlerinin güçlüğüyle başa çıkabilmek için hastalarını insandışılaştırmaya yöneldiklerini gösteriyor.
Dahası, “[…] hastalara gösterilecek insanî yaklaşımın, tükenmişliğin semptomlarına neden olabileceği görüldü.”
gibi bir sonuca varıyor bu çalışma.
Yani, hemşireler hastalarıyla empati kurdukça, kendilerini daha kötü hissediyor ve bu da işlerini kötü yapmalarına neden olabiliyor.
Belki, kötü bir kişi olarak görülme isteği de toplumsal ilerlemenin lokomotifidir?
Shaw, bu durumu LGBTQ hakları üzerinden örneklendiriyor: Yakın tarihte ve şu anda kimi kültürel çevrelerde, cinsel farklılıklar, geleneksel toplumsal normların sınırlarını ihlâl olarak algılanmaktadır. Normlara meydan okuma, zaten marjinalleşmiş bir topluluk için daha fazla hakka sahip olabilmek manâsına gelirken, kuralları yıkma marifeti, sorunları çözmek için atılan bir adım hâline dönüşebiliyor.
Kötü davranışın nezdimizdeki tanımı sürekli hareket halinde olan bir hedef gibi. Lakin, doğruluğundan emin olduğumuz bir durum var: İnsanlar her daim kötü değiller. Bizler, aramızdaki en güçsüzleri korumak ve desteklemek adına toplumları ve organizasyonları bizzat kendimiz oluşturuyoruz. Bir tür şiddet eylemi ya da ahlâksızlığa şahit olduğumuzda, özellikle sosyal medyada, avazımız çıktığı kadar bağırıp, kınıyoruz. Birçoğumuz savaşa, hoşgörüsüzlüğe ve bağnazlığa karşı sesimizi çıkarıp diğerlerini uyarıyoruz. Yanısıra, her ne kadar medya ve haberler tam aksine bizleri ikna etmeye çalışsa da, her geçen gün daha az kötüye gidiyoruz. Bilişsel bilimci Stephen Pinker, 2011’de Doğamızın İyi Melekleri—Şiddet Neden Azaldı? başlıklı kitabında, hayli ses getiren bir şekilde, her geçen gün toplumlarımızın nasıl da daha iyi ve barışçıl hâllere evrildiklerini dillendirdi. Toplumlar medenileştikçe; ve alışverişin, ticaretin, teknolojinin, eğitiminin nimetlerini biriktirdikçe, şiddet azalışa geçti.
Araştırmacılara göre, kötü davranışları frenleyen şey empati
Bir insanın, diğerlerinin his ve duygularının farkında olabilme yetisi çoğunlukla kötülüğün panzehiri olarak kabul edilir. Lakin, empati de tam olarak saf bir eylem değil. Yale psikologlarından Dr. Paul Bloom, bütünüyle bakıldığında empatinin zayıf kalan bir manevi rehber olduğunu tartıştığı 2017 tarihli Empatiye Karşı başlıklı kitabında, empatinin tüm ahlâki erdemlerin temeli olduğunu iddia eden kültürel takıntıları ele alarak, kimi deliller ortaya sundu.
Kitapta, 1995 yılında yapılan bir araştırmaya kaynak veriliyor. Bu araştırmanın katılımcılarına, henüz 10 yaşında ölümcül bir hastalığa yakalanmış Sheri isimli biz kız çocuğundan bahsediliyor. Sheri, hastalığını iyileştirecek bir operasyon listesinde yer alıyor ancak sıranın oldukça gerilerinde. Dahası, bu listede Sheri’nin önünde başka çocuklar da mevcut. Katılımcılara, Sheri’yi listede öne geçirip geçirmeyecekleri sorusu yöneltiliyor. Hiçbir detaya girilmeden, küçük kızı listenin ön sıralarına geçirmesi istenilen katılımcılar bunu reddediyor, sırasını beklemesi gerektiğini bildiriyorlar. Lakin, Sheri’nin hisleri ve duygularıyla bağ yani kendisiyle empati kurması istenilen katılımcılar, kendisini öne geçirmekte tereddüt etmiyorlar. Bu durumda, tamamen duygusal saiklerle kurulan empati, diğer çocukların hakkını yemiş oluyor ve onları dezavantajlı konuma düşürüyor. Bloom’un kendi yaptığı deneylerde de, insanlar daha fazla empati kurdukça, belirli bir acının sebebi ya da azmettiricisi olan insanları cezalandırırken daha acımasız oluyorlar.
Diğer bir deyişle, empati kusurlu bir mekanizma. Kötülüğe gelecek olursak, kötülükleri gerçekleştiren insanlar hiç de kendilerine has canavarlar değiller. Biz, “normal” insanlar da, bu kötülükleri gerçekleştirme kapasitesine sahibiz. Peki, o zaman neden gün geçtikçe daha az kötülük yapıyoruz? Cevabı aşikâr: Yalnızca, diğer insanlara karşı insaniyeti ve merhameti yüceltmekle kalmıyoruz, aynı zamanda, kötülüğe meyilli olduğumuzun da bilincinde oluyoruz. Paulhus şunu diyor:
“Kötü taraflarımızın farkında olduğumuz için bunları kontrol edebiliyoruz. Ama, bu kötülük potansiyelini de ortadan kaldırmıyor son kertede. Hepimizin masum insanlar olduğuna inanabiliriz; ama, kötülük potansiyelimizin farkında olmak daha iyi.”
Bu durumda, başkalarını kötü diye etiketlerken daha dikkatli olmamız şart. Kötülüğü ötekileştirmek, kendi içimizde varolan kötülüğü görmememize sebep oluyor. Böyle olunca da, aynı zamanda, sürekli kötü diye nitelendirdiğimiz insanlığın kendisine de yabancılaşıyoruz.
Leave a Reply
You must be logged in to post a comment.