İlk öpücük ve Cumhuriyet

-I-

Ergen bile değilim daha. Çocuğum. İlk defa bir kızı öpüyorum. Side’de, Sorgun çamlıklarında. İsmi Deniz. Saçları sarı, gözleri yeşil. Açık teni bronzlaşmış. Güneşten iyice belirginleşmis çilleri burnunun üzerini, elmacık kemiklerini ve omuzlarını süslüyor.

Çevirdiği gazoz şişesi döndü döndü, ucu beni gösterdi. Çocuk dudaklarımız birbirlerine kenetlendi. Ağzımın içinde tatlı bir ıslaklık. Dil nereden karıştı bilmiyorum. Karıştı mı, onu da bilmiyorum. Ama ağzımın içinde onun ıslaklığını şimdi bile tadabiliyorum. Ya da kendi kendimi mi kandırıyorum acaba? O yaştaki çocuk dili ne bilecek?

80’lerin başı bu. O yazı Kültür Bakanlığı’nın Sorgun’daki kampında geçirdik ailemle. Deniz bizim kampın kızı değil. Kampın yanıbaşında yeni yeni kurulmaya başlayan otellerden birine gelmişti ailesiyle. Şimdi burada bir Yeşilcam draması çıkarmaya calışmayacağım fakat Deniz’in babası fabrikatör. Müşşş daha doğrusu. Nereden biliyoruz? İsviçre’ye uçakla gidip geliyormuş. Malumat bu kadar. Bazılarınız bilmez, bazılarınıza da asırlar önceymiş gibi gelecek, ama bilenler bilir, 90’ların  sonlarına kadar yurtdışına çıkmak, hem de uçakla seyahat etmek öyle herkesin kendi cebinden karşılayabileceği bir şey değildi. Babam, bürokrat olarak devlet adına harcırahla yurtdışına çıkmaya Deniz’i öpmemden 10 sene sonra başladı.

-II-

Dünya tarihinde toplumlara bakarsak, genel itibarı ile davulun dengi dengine vurduğunu görürüz. Hoş, şimdi de öyle. Aşkı meşki kastetmiyorum sadece. İş, güç, oturduğun mahalle, aktivitelerini icra ederken içine düştüğün grup. Mesela işte stadda maç seyrederken sürekli gittiğin tribün… Kale arkası. Maraton. Açık. Migros. Bunlar rastgele mi ayrışıyor? Hiç değil. Herkes kendi kadar kazanan, kendi kadar eğitimi olan, kendi dünya görüşüne yakın insanlarla beraber olmaya meyleder. Hatta çoğu insan doğduğu yere yakın yerden biriyle evlenir, çocuk yapar ve ölür. Hatırlarsınız, nüfus kayıtlarından ilk defa soyumuzu sopumuzu öğrenmek mümkün olduğunda herkes koşa koşa bakmıştı ve çoğumuz anne ve babalarının pek yerlerinden kıpırdamadığını görünce büyük hayal kırıklığına uğramıştı.

Aynıların aynı yerde olması doğal ve kaçınılmaz. Ama iyi bir şey de değil.

Bilmiyorum mimetik çatışma teorisi diye bir şey duydunuz mu? Birbirlerine benzeyenler birbirlerinden farklı olanlara nazaran daha çok ve daha şiddetli kavga ederler. Bu yüzden sivil savaşlar diğer savaşlardan, kan davaları da kişisel nefret ve intikam davalarından daha fecidir.

Neyse ki zaman zaman bazı toplumlar, tarihlerinin belli dönemlerinde sıçramalar yaparlar. Herkes aynı anda sıçramaz. Bir kesim rol ve yol alır. Kendilerini diğerlerinden ayırır. Toplum katmanlara bölünür. Teker dönmeye başlar. Sonra hız alınca herkes üzerine biner, gider. Gideriz. Birileri öne oturur, diğerleri arkaya. Ama herkesin ayağı yerden kesilir.

-III-

Babam Akdenizli. Çok küçükken yetim kalıyor. Ailesi fakir. Fakir derken, 1950’lerden bahsediyoruz. Herkes fakir. Bazıları daha fakir. Cumhuriyet de yeni sayılır. Adam yerleştirmek lazım kurumlara ve mevkilere. Azıcık parlama potansiyeli görülen çocuklara burslar ve parasız yatılı imkanları açık. Bizimki de oradan yürüyor, gidiyor. Koşuyor desem daha doğru. Bir ara biyografisini aldım elime. İki hayat yaşasam onun yarısına yetişemem. Babamdan çok daha az çaba göstererek çok daha iyi bir yaşam sürmüş olacağım ama, orası kesin.

Annem Karadenizli bir ailenin 6 çocuğunun en büyüğü. 3 kız, 3 erkek. Yaşadıkları şehrin en işlek caddesinde (o yıllarda işlek olsa ne olacak) dedemin bir nalbur dükkanı var. Evinin duvarında ise Milli Şef İnönü’nün kocaman bir portresi. Adamcağız dindar falan ama ulusun kuruluş projesine çok inandığı için dükkandan kazandığıyla kız erkek demeden çocukların hepsini okutuyor. Milli Şef’in ağzından kızlarınızı okutun diye bir nutuk dinlemiş olabilir radyodan. İki büyük kız öğretmen oluyor. Bunlar tayinlerle Türkiye’nin çeşitli yerlerine dağılıyorlar. Akdenizli de Karadenizliyi bu sebeple, Güneydoğu’da mecburi hizmette tanıyor. Resme ben de dahil oluyorum. Mersin, Istanbul, Ankara. Stockholm.

-IV-

Evet, dünya tarihinde insanlar ve davullar denklerine vurdu hep. Dışardan bir etkiyle bir şekilde bir yerlere savrulmadığınız sürece. Göçmenlik de çalkalar insanı mesela. Hem de feci çalkalar. Sizi, denginiz olmayanlarla birbirinize vurdurur. Bir potada eritir. Eritebildiği kadar. Eritemediğini tükürür, atar.

Şu dikkatimi çekti benim İsveç’te hep: Her yerden değil ama dünyanın bazı yörelerinden gelen insanlar bu ülkenin kurumlarına karşı sürekli bir şüphe, güvensizlik ve düşmanlık içindeydiler.

İkibinden fazla üyesi olan ve İsveç’te yaşayan Türkleri barındıran bir Facebook grubunun yöneticiliği üzerime kalmıştı bir dönem. Orada da gözlemledim. İsveç toplumunda olan en ufak bir can sıkıcı olayda Türkler mutlaka Bulgardan, Romenden, Afgandan, Araptan yana oluyorlardı. Tabii sebep Türklerin bu milletleri çok sevmesi değildi, İsveç’e ve kurumlarına karşı sürekli bir şüphe ve düşmanlık beslemeleriydi. İlk geldiğim yıllarda arada bir restoranında yemek yediğim bir Türk, İsveç sağlık sisteminin göçmenleri yavaş yavaş öldürmek ve böylelikle onlara emekli maaşı bağlama külfetinden sosyal sigortalar sistemini kurtarmak üzere kurgulandığını iddia ediyordu. Yüzlerce, binlerce böyle örnek sayabilirim size. Sadece Türkler değil, Afrikalılar ve Ortadoğulular özellikle bu komplo teorilerine batmışlardı. Köylü olanı maaş vermemek için bizi öldürüyorlar diyordu. Entelektüel geçineni kurumsal ırkçılıktan yakınıyordu. Ben bu kurumsallaşmış ırkçılık zırvasına da hiçbir zaman inanmadığımdan ilk önceleri bu durumu eğitimsizlik, aşağılık kompleksi ve nankörlükle açıklama kolaycılığına düştüm. Değilmiş.

-V-

Araştırmalar, akraba evliliklerine sık rastlanılan toplumların demokrasi ve gelişmişlik endeksinde alt sıraları paylaştıklarını gösteriyor. Sebebi de gayet anlaşılır aslında. Kan, sudan kalın. Kan bağın güçlüyse kendi klanını favorize ediyorsun. Fakat alışveriş ettiğin insanlarla kan bağın zayıfsa, güvenceyi ve işlerliği mecburen kurumlarda arar oluyorsun. Bu kurumlar kurulmamışsa, inşa ediyorsun. İnşa edilmişleri varsa, muhafaza etmeye önem veriyorsun. Kan bağının sıkı olduğu topluluklarda kurumlara ihtiyacın yok. Babanın evinin çatısı bu yüzden hiç çatılmadı. Çünkü sen amcanın kızını karın yapınca babanın üzerine kat çıkıp oturacaktın. Ben bunu Mısır’da gördüm. Mihmandar Kahire’deki evlerin çatılarının neden hiç bitirilmemiş inşaat halinde olduğunu böyle açıklamıştı. Çocuğu da evlenince orada oturacak. Damat, amcasının, yani kayınpederinin kasabında çalışacak. Arabasını dayısının galerisinden alacak. Sözleşme, garanti, peşinat ve kredibiliteyi kandaşların tesis edince kurumlara ne gerek var? Bu yüzden Stockholm gettolarında polis ve sağlık araçlarına saldırılar düzenlenir sık sık. Acil yardıma çağrılan ambulanslara binaların tepesine asansörle çıkardıkları kayaları atıyorlar. Kurumlara güvenmiyor, kurumları iplemiyor adam. Sözleşme değil, kan bağı önemli onun için. Aşiretinden başka herkes düşmanı.

Batı’nın Ortadoğu’ya dayattığı demokrasi projelerinin sürekli hüsrana uğraması da bu sebepten muhtemelen. Körfez savaşı sürerken Bağdat hastanesinde
doğum kayıtlarına bakıldığında, doğan bebeklerin %50 ye yakınının akraba evliliklerinden peydahlandığı meydana çıkıyordu.

Batılı Irak’ta müslüman bir halk görüyor. Oysa Arabı, Türkmeni, Kürdü, Alevisi, Sünnisi var. Bunların her biri kendi içlerinde onlarca ve yüzlerce aileye, aşirete ayrılmış. Saddam bile akrabası ile evliydi. Batı’nın kurumlarını IKEA’dan alır gibi getirir ve kurarsak… Olmuyor işte öyle.

-VI-

Bu yazıyı bölümlere ayırdım. Daldan dala atladığımı düşünüp dikkatiniz dağılmasın diye. Hep aynı kırmızı çizgiyi takip ettim oysa. Şu meşhur lafın altını doldurmak için:

“Dünyayı fikirler değiştirmez. Dünyayı insanlar değiştirir. Eski insanlar ölüp yeni insanlar doğunca dünya değişir.”

İnsanlar ölüyor. İnsanlar doğuyor. Dünya değişiyor. Gelmekte olan geliyor. Ve yolun sonu pek hoş görünmüyor.

“The 10,000 Year Explosion: How Civilization Accelerated Human Evolution” kitabının yazarlarından antropolog Gregory Cochran meseleye daha yalın ve siyaseten doğruculuğu dışarda bırakan bir şekilde yaklaşır:

“Dünyayı değiştirmek istiyorsanız, köyünüzden çıkın ve en az 100 kilometre uzaklıktaki bir başka köyden, tercihen karşı cinsten biriyle evlenin. Çocuk yapın. Tek işe yarayan aktivizm budur.”

Cumhuriyet projesi biraz havuçla biraz da kötekle buydu galiba.

Deniz’i merak ettiniz mi bilmiyorum. Ben ettim. Biraz sağa sola tıkladım. Buldum. Sanat, sepet, film, milm, bi’ şeyler…. Gezi’den sonra pek paylaşım yapmamış. Sosyal medya profiline koyduğu fotoğrafı bulanık. Saçları kısa ve sarısı da artık soluk. Çilleri ise görünmüyor. Duruşundan, kıyafetlerinden…. Bana lezbiyen olmuş gibi geldi. Yine de yanılmış olmayı umarım.

-I-
Ergen bile değilim daha. Çocuğum. İlk defa bir kızı öpüyorum. Side’de, Sorgun çamlıklarında. İsmi Deniz. Saçları sarı, gözleri yeşil. Açık teni bronzlaşmış. Güneşten iyice belirginleşmis çilleri burnunun üzerini, elmacık kemiklerini ve omuzlarını süslüyor.
Çevirdiği gazoz şişesi döndü döndü, ucu beni gösterdi. Çocuk dudaklarımız birbirlerine kenetlendi. Ağzımın içinde tatlı bir ıslaklık. Dil nereden karıştı bilmiyorum. Karıştı mı, onu da bilmiyorum. Ama ağzımın içinde onun ıslaklığını şimdi bile tadabiliyorum. Ya da kendi kendimi mi kandırıyorum acaba? O yaştaki çocuk dili ne bilecek?
80’lerin başı bu. O yazı Kültür Bakanlığı’nın Sorgun’daki kampında geçirdik ailemle. Deniz bizim kampın kızı değil. Kampın yanıbaşında yeni yeni kurulmaya başlayan otellerden birine gelmişti ailesiyle. Şimdi burada bir Yeşilcam draması çıkarmaya calışmayacağım fakat Deniz’in babası fabrikatör. Müşşş daha doğrusu. Nereden biliyoruz? İsviçre’ye uçakla gidip geliyormuş. Malumat bu kadar. Bazılarınız bilmez, bazılarınıza da asırlar önceymiş gibi gelecek, ama bilenler bilir, 90’ların sonlarına kadar yurtdışına çıkmak, hem de uçakla seyahat etmek öyle herkesin kendi cebinden karşılayabileceği bir şey değildi. Babam, bürokrat olarak devlet adına harcırahla yurtdışına çıkmaya Deniz’i öpmemden 10 sene sonra başladı.
-II-
Dünya tarihinde toplumlara bakarsak, genel itibarı ile davulun dengi dengine vurduğunu görürüz. Hoş, şimdi de öyle. Aşkı meşki kastetmiyorum sadece. İş, güç, oturduğun mahalle, aktivitelerini icra ederken içine düştüğün grup. Mesela işte stadda maç seyrederken sürekli gittiğin tribün… Kale arkası. Maraton. Açık. Migros. Bunlar rastgele mi ayrışıyor? Hiç değil. Herkes kendi kadar kazanan, kendi kadar eğitimi olan, kendi dünya görüşüne yakın insanlarla beraber olmaya meyleder. Hatta çoğu insan doğduğu yere yakın yerden biriyle evlenir, çocuk yapar ve ölür. Hatırlarsınız, nüfus kayıtlarından ilk defa soyumuzu sopumuzu öğrenmek mümkün olduğunda herkes koşa koşa bakmıştı ve çoğumuz anne ve babalarının pek yerlerinden kıpırdamadığını görünce büyük hayal kırıklığına uğramıştı.
Aynıların aynı yerde olması doğal ve kaçınılmaz. Ama iyi bir şey de değil.
Bilmiyorum mimetik çatışma teorisi diye bir şey duydunuz mu? Birbirlerine benzeyenler birbirlerinden farklı olanlara nazaran daha çok ve daha şiddetli kavga ederler. Bu yüzden sivil savaşlar diğer savaşlardan, kan davaları da kişisel nefret ve intikam davalarından daha fecidir.
Neyse ki zaman zaman bazı toplumlar, tarihlerinin belli dönemlerinde sıçramalar yaparlar. Herkes aynı anda sıçramaz. Bir kesim rol ve yol alır. Kendilerini diğerlerinden ayırır. Toplum katmanlara bölünür. Teker dönmeye başlar. Sonra hız alınca herkes üzerine biner, gider. Gideriz. Birileri öne oturur, diğerleri arkaya. Ama herkesin ayağı yerden kesilir.
-III-
Babam Akdenizli. Çok küçükken yetim kalıyor. Ailesi fakir. Fakir derken, 1950’lerden bahsediyoruz. Herkes fakir. Bazıları daha fakir. Cumhuriyet de yeni sayılır. Adam yerleştirmek lazım kurumlara ve mevkilere. Azıcık parlama potansiyeli görülen çocuklara burslar ve parasız yatılı imkanları açık. Bizimki de oradan yürüyor, gidiyor. Koşuyor desem daha doğru. Bir ara biyografisini aldım elime. İki hayat yaşasam onun yarısına yetişemem. Babamdan çok daha az çaba göstererek çok daha iyi bir yaşam sürmüş olacağım ama, orası kesin.
Annem Karadenizli bir ailenin 6 çocuğunun en büyüğü. 3 kız, 3 erkek. Yaşadıkları şehrin en işlek caddesinde (o yıllarda işlek olsa ne olacak) dedemin bir nalbur dükkanı var. Evinin duvarında ise Milli Şef İnönü’nün kocaman bir portresi. Adamcağız dindar falan ama ulusun kuruluş projesine çok inandığı için dükkandan kazandığıyla kız erkek demeden çocukların hepsini okutuyor. Milli Şef’in ağzından kızlarınızı okutun diye bir nutuk dinlemiş olabilir radyodan. İki büyük kız öğretmen oluyor. Bunlar tayinlerle Türkiye’nin çeşitli yerlerine dağılıyorlar. Akdenizli de Karadenizliyi bu sebeple, Güneydoğu’da mecburi hizmette tanıyor. Resme ben de dahil oluyorum. Mersin, Istanbul, Ankara. Stockholm.
-IV-
Evet, dünya tarihinde insanlar ve davullar denklerine vurdu hep. Dışardan bir etkiyle bir şekilde bir yerlere savrulmadığınız sürece. Göçmenlik de çalkalar insanı mesela. Hem de feci çalkalar. Sizi, denginiz olmayanlarla birbirinize vurdurur. Bir potada eritir. Eritebildiği kadar. Eritemediğini tükürür, atar.
Şu dikkatimi çekti benim İsveç’te hep: Her yerden değil ama dünyanın bazı yörelerinden gelen insanlar bu ülkenin kurumlarına karşı sürekli bir şüphe, güvensizlik ve düşmanlık içindeydiler.
İkibinden fazla üyesi olan ve İsveç’te yaşayan Türkleri barındıran bir Facebook grubunun yöneticiliği üzerime kalmıştı bir dönem. Orada da gözlemledim. İsveç toplumunda olan en ufak bir can sıkıcı olayda Türkler mutlaka Bulgardan, Romenden, Afgandan, Araptan yana oluyorlardı. Tabii sebep Türklerin bu milletleri çok sevmesi değildi, İsveç’e ve kurumlarına karşı sürekli bir şüphe ve düşmanlık beslemeleriydi. İlk geldiğim yıllarda arada bir restoranında yemek yediğim bir Türk, İsveç sağlık sisteminin göçmenleri yavaş yavaş öldürmek ve böylelikle onlara emekli maaşı bağlama külfetinden sosyal sigortalar sistemini kurtarmak üzere kurgulandığını iddia ediyordu. Yüzlerce, binlerce böyle örnek sayabilirim size. Sadece Türkler değil, Afrikalılar ve Ortadoğulular özellikle bu komplo teorilerine batmışlardı. Köylü olanı maaş vermemek için bizi öldürüyorlar diyordu. Entelektüel geçineni kurumsal ırkçılıktan yakınıyordu. Ben bu kurumsallaşmış ırkçılık zırvasına da hiçbir zaman inanmadığımdan ilk önceleri bu durumu eğitimsizlik, aşağılık kompleksi ve nankörlükle açıklama kolaycılığına düştüm. Değilmiş.
-V-
Araştırmalar, akraba evliliklerine sık rastlanılan toplumların demokrasi ve gelişmişlik endeksinde alt sıraları paylaştıklarını gösteriyor. Sebebi de gayet anlaşılır aslında. Kan, sudan kalın. Kan bağın güçlüyse kendi klanını favorize ediyorsun. Fakat alışveriş ettiğin insanlarla kan bağın zayıfsa, güvenceyi ve işlerliği mecburen kurumlarda arar oluyorsun. Bu kurumlar kurulmamışsa, inşa ediyorsun. İnşa edilmişleri varsa, muhafaza etmeye önem veriyorsun. Kan bağının sıkı olduğu topluluklarda kurumlara ihtiyacın yok. Babanın evinin çatısı bu yüzden hiç çatılmadı. Çünkü sen amcanın kızını karın yapınca babanın üzerine kat çıkıp oturacaktın. Ben bunu Mısır’da gördüm. Mihmandar Kahire’deki evlerin çatılarının neden hiç bitirilmemiş inşaat halinde olduğunu böyle açıklamıştı. Çocuğu da evlenince orada oturacak. Damat, amcasının, yani kayınpederinin kasabında çalışacak. Arabasını dayısının galerisinden alacak. Sözleşme, garanti, peşinat ve kredibiliteyi kandaşların tesis edince kurumlara ne gerek var? Bu yüzden Stockholm gettolarında polis ve sağlık araçlarına saldırılar düzenlenir sık sık. Acil yardıma çağrılan ambulanslara binaların tepesine asansörle çıkardıkları kayaları atıyorlar. Kurumlara güvenmiyor, kurumları iplemiyor adam. Sözleşme değil, kan bağı önemli onun için. Aşiretinden başka herkes düşmanı.
Batı’nın Ortadoğu’ya dayattığı demokrasi projelerinin sürekli hüsrana uğraması da bu sebepten muhtemelen. Körfez savaşı sürerken Bağdat hastanesinde
doğum kayıtlarına bakıldığında, doğan bebeklerin %50 ye yakınının akraba evliliklerinden peydahlandığı meydana çıkıyordu.
Batılı Irak’ta müslüman bir halk görüyor. Oysa Arabı, Türkmeni, Kürdü, Alevisi, Sünnisi var. Bunların her biri kendi içlerinde onlarca ve yüzlerce aileye, aşirete ayrılmış. Saddam bile akrabası ile evliydi. Batı’nın kurumlarını IKEA’dan alır gibi getirir ve kurarsak… Olmuyor işte öyle.
-VI-
Bu yazıyı bölümlere ayırdım. Daldan dala atladığımı düşünüp dikkatiniz dağılmasın diye. Hep aynı kırmızı çizgiyi takip ettim oysa. Şu meşhur lafın altını doldurmak için:
“Dünyayı fikirler değiştirmez. Dünyayı insanlar değiştirir. Eski insanlar ölüp yeni insanlar doğunca dünya değişir.”
İnsanlar ölüyor. İnsanlar doğuyor. Dünya değişiyor. Gelmekte olan geliyor. Ve yolun sonu pek hoş görünmüyor.

“The 10,000 Year Explosion: How Civilization Accelerated Human Evolution” kitabının yazarlarından antropolog Gregory Cochran meseleye daha yalın ve siyaseten doğruculuğu dışarda bırakan bir şekilde yaklaşır:

“Dünyayı değiştirmek istiyorsanız, köyünüzden çıkın ve en az 100 kilometre uzaklıktaki bir başka köyden, tercihen karşı cinsten biriyle evlenin. Çocuk yapın. Tek işe yarayan aktivizm budur.”
Cumhuriyet projesi biraz havuçla biraz da kötekle buydu galiba.
Deniz’i merak ettiniz mi bilmiyorum. Ben ettim. Biraz sağa sola tıkladım. Buldum. Sanat, sepet, film, milm, bi’ şeyler…. Gezi’den sonra pek paylaşım yapmamış. Sosyal medya profiline koyduğu fotoğrafı bulanık. Saçları kısa ve sarısı da artık soluk. Çilleri ise görünmüyor. Duruşundan, kıyafetlerinden…. Bana lezbiyen olmuş gibi geldi. Yine de yanılmış olmayı umarım.


Posted

in

Tags:

Comments

Leave a Reply