Bilimde konsensüs konu dışıdır. Alakalı olan tekrarlanabilir sonuçlardır. Tarihteki en büyük bilim adamları, tam da konsensüsü bozdukları için büyüktür. Konsensüs bilimi diye bir şey yoktur. Konsensüsse bilim değildir. Bilimse konsensüs değildir. Nokta.
Michael Crichton
Uzmanların ve bilimin günlük hayatlarımızın bir parçası haline geldiği, hatta nasıl yaşayacağımızı belirlediği şu günlerde kendi adına araştırma yapmaya ve sorgulamaya yeltenen herkes bilim karşıtlığı ile suçlanmakta. Hakim söylemden farklı görüş belirtenler uzman olmadığı gerekçesiyle susturulmaya çalışılmakta ve farklı bakış açıları sunmaya çalışan uzmanlara medyada yer verilmediği gibi, açıklamaları sosyal medya platformlarından kaldırılmakta.
‘Konu Bilime Geldiğinde Neden Kendi Araştırmanızı Yapmamalısınız’ başlıklı Forbes makalesi bize ne yapmamız, daha doğrusu ne yapmamamız gerektiği açıkça söylüyor:
Uzman olmadığın konuda kendi araştırmanı yapma, konsensüse güven.
Peki bilimsel tartışmalarda sık sık önümüze sürülen bu konsensüse hayatımız pahasına güvenebilir miyiz?
Bu soruya cevap verebilmek veya en azından üzerine düşünebilmek için gelin tıp tarihinden bazı örneklere bakalım.
Geçtiğimiz yüzyıllarda doğum yapan kadınların altıda biri lohusa humması denilen ateşli bir hastalık yüzünden hayatını kaybediyordu. 18. ve 19. yüzyılda bu hastalığın bulaşıcı olduğunu iddia eden bilim adamları çıkmış olsa da bu görüşleri göz ardı edildi. 1849’da Semmelweiss, yönetimindeki klinikte el yıkama gibi basit bir hijyenik tedbirle hastalığı tamamen elimine edebilmeyi başarmış olmasına rağmen bulguları tıp camiası tarafından reddedildi, dalga konusu oldu ve dışlandı. O dönemde bütün hastalıkların sebebinin vücut sıvılarındaki dengesizlik olduğu düşünülüyor ve bir tedavi yöntemi olarak kan alma yaygın olarak uygulanılıyordu. 1799 yılında George Washington nefes darlığı eşlik eden ateşli bir hastalık geçirdiğinde zamanının en iyilerinden üç doktor en uygun tedavi yönteminin kan alma olduğunda karar kılmış ve sonuç olarak kendisinden dört litre kan alınmıştı. Semmelweis’in bulguları 1860’larda Pasteur’ün mikrop teorisine kadar göz ardı edilmeye devam edildi. Lohusa humması konusunda doğru sonuca ulaşılması 125 sene aldı.
1920’lerde Amerika’da onbinlerce insan, özellikle yoksul kesim, pellagra denilen bir hastalık yüzünden hayatını kaybetmekteydi. Konsensüs bunun bulaşıcı bir hastalık olduğunu söylüyor ve neden olan patojeni bulmayı hedefliyordu. Dr. Joseph Goldberger ise 1915 yılında bunun beslenme ile ilgili bir hastalık olduğu sonucuna varmış, hastaların kanını kendine ve gönüllülere enjekte ederek bulaşıcı olmadığını göstermiş fakat tıp camiasının direnciyle karşılaşmıştı. 1937 yılında pellagranın nedeninin B3 vitamini eksikliği olduğu ve özellikle mısır odaklı ve protein açısından fakir beslenenlerde görüldüğü anlaşıldı. 1907-1940 yılları arasında Amerika’da yaklaşık 3 milyon kişi bu hastalığa yakalandı ve 100.000’i öldü.
Margarin dediğimiz, bitkisel sıvı yağların hidrojenize edilerek katı hale getirilmesiyle elde edilen yağ, tereyağına bütçe dostu bir alternatif olarak sofralarda yerini almıştı. 1980’lerde bu yağların doymuş yağlar yerine kullanımının uluslararası tıp kurumu yönetmeliğinde önerilenler arasına girmesiyle, trans yağlar ucuz ve uzun ömürlü bir alternatiften öte sağlıklı bir gıda olarak kabul görmeye başladı. Fast food restoranları hayvansal yağları trans yağ içeren kızartma yağlarıyla değiştirdi. 1990’larda trans yağların kalp hastalığı, felç, tip 2 diyabet ve kanser riskini artırdığını gösteren çalışmalar çıkmaya başladı. 2003’te bu yağların satışını yasaklayan Danimarka’yı Avusturya, Macaristan, İzlanda, Norveç ve İsviçre izledi. Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu’nun bu yağları güvenilir kategorisinden çıkarması ise bir on sene daha aldı. Türkiye’de paketli gıdalarda %2 oranının üzerinde trans yağ kullanılması yasak. Diğer yandan pastane ürünlerinde endüstriyel trans yağlar tercih ediliyor. Bunun dışında kısmi hidrojenize yağ adı altında raflarda yerini almaya devam etmekte.
İlaç fiyaskoları
Tıp tarihinin kara lekelerinden Talidomit’i herkes duymuştur. Hamilelerde uyku problemleri ve sabah bulantıları için geliştirilen ve dünyanın birçok yerinde kolsuz bacaksız çocukların doğumuna neden olan ilaç. Bir Alman firması tarafından 1957’de üretilen bu ilaç 46 ülkede yaygın olarak kullanılmaya başlandı ve 1961 yılında doğum kusurlarına neden olduğu anlaşıldı. Tahminler 10.000-20.000 arası çocuğun etkilendiği yönünde. 1962’de piyasadan çekilse de 1998 yılında lepra tedavisi için Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu tarafından onaylandı. 2010 senesine kadar bazı ülkelerde kullanımı ve doğum kusuru vakaları devam etti. İlaç sadece ABD ve Türkiye’de resmi onay almamış ve Türkiye’de vaka görülmemiştir.
Talidomit faciasından sonra 1962’de Amerikan İlaç ve Gıda Kurumu (FDA) ilaçların onayından sorumlu kılındı fakat bu denetim mekanizması diğer faciaları önlemek için yeterli olmadı. 1990’larda popüler olan zayıflama ilacı Fen-Phen’in kalp ve akciğer hastalıklarına neden olduğunun anlaşılıp piyasadan çekilmesi 24 sene aldı ve bu sürede 6,5 milyon civarı kişi tarafından kullanıldı. Firma mağdurlara toplamda 21 milyardan fazla ödeme yapmak zorunda kaldı. Hamilelikte düşüklerin engellenmesi için reçete edilen Diethystilbestrol’un kız çocuklarında tümör gelişimine neden olduğunun anlaşılıp piyasadan çekilmesi 37 sene sürdü. Yüksek kolesterol tedavisi için kullanılan Baycol’un piyasada bulunduğu 4 senede 100.000’den fazla ölüme neden olduğu rapor edildi. Geri çekilen ilaçlardan bir diğeri olan ve artrit ağrıları için 20 milyondan fazla kişiye reçete edilmiş olan Vioxx ise kalp krizi ve felç riskini artırdığı için 5 sene sonra piyasadan çekildi ve Merck firmasına 6 milyara mal oldu.
Günümüzde tıbbi yanılgılara ne sıklıkta rastlıyoruz?
Hastaya zarar veren veya fayda sağlamayan tedavilerin ve uygulamaların içinde bulunduğumuz kanıta dayalı tıp çağında nadir olmasını beklesek de maalesef durum sandığımız gibi değil. Kardiyak nedenli ani ölümler için geliştirilen 1C sınıfı antiaritmik ajanlar 20. yüzyılın sonlarında kardiyologlar tarafından yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Bu ilaçların güvenilirliğine dair başlatılan çalışma, doktorların hastaların deneye katılımını %50’nin ilaçtan mahrum kalacağı gerekçesiyle engelleme çalışmalarına rağmen tamamlandı ve tedavinin plasebodan daha fazla ölümle sonuçlandığını gösterdi. 1990’larda kanıta dayanmaksızın popüler hale gelen, vertebroplasti denilen kırık kemiğe medikal dolgu uygulamasının fayda sağlamadığı 2009’da randomize kontrollü çalışmalarla ortaya kondu. 40’lı yaşlardaki kadınlarda meme kanserinin tespiti için uygulanan rutin mammografi de ölüm oranlarında fark yaratmadığı keşfedilen ve sonlandırılan müdahalelerden. Pulmoner arter kateterizasyonu ve perkutan koroner müdahalesi ise fayda sağlamadığı çalışmalarla gösterilmiş fakat rutin olarak uygulanmaya devam edilen pratikler.
İngiltere Ulusal Sağlık Hizmetleri’nde kullanılan 3000 tedaviyi inceleyen araştırmaya göre bu tedavilerin yarısının etkinliği bilinmezken sadece %11’inin açıkça faydalı olduğu görülüyor. Tıp literatüründeki çelişkileri inceleyen bir çalışma, alıntılanma oranı yüksek olan makalelerin sonraki makalelerle çelişme oranını %16 bulurken, bir diğer çalışmaya göre saygın dergilerde yayınlanan makalelerin %13’ü önceki tıbbi pratikleri çürütüyor. Dahası, son yıllarda tıbbi literatürde abartılı sonuçlar epidemik oranlara ulaşmış durumda ve önceki pratikleri yanlışlayan çalışmalar artmaya devam ediyor. İndirilme rekoru kıran makalesinde Prof. John Ioannidis, yayınlanan çalışma bulgularının çoğunun yanlış olduğunu, yani sonuçların yanlış olma ihtimalinin doğru olma ihtimalinden daha fazla olduğunu gösteriyor. Ioannidis kanıtları bütünsel ele almanın önemini vurgulasa da, araştırmalar meta-analizlerin hasta verilerinin çoğunu, özellikle negatif bulguları içermediğini ortaya koyuyor. Bu yanıltıcı sonuçların sebebi olarak ise çıkar çatışmaları ve bilim insanlarının yanlılığı gösteriliyor.
Öyle görünüyor ki, saygın dergilerde yayınlanan makaleler sıklıkla yanlışlanabiliyor ve uzmanlarca benimsenen tıbbi pratikler hastalara fayda sağlamak yerine zarar verebiliyor. Bu pratiklerin yanlışlığının anlaşılması ve uygulamadan vazgeçilmesinin zaman alması da tıp camiasının tutuculuktan ve çıkar ilişkilerinden muaf olmadığını gösteriyor. Örnekler ve çalışmalar ışığında günümüz önerilerinin ve uygulanan tedavilerin birçoğunun da aynı kaderi paylaşacağını söyleyebiliriz. Bu işleyişin diğer alanlarda da geçerli olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu nedenle bilimin her daim şüphe gerektirdiğini ve konsensüsün doğruya eşdeğer olmadığını hatırlamakta fayda var gibi görünüyor. Özellikle söz konusu olan kendi sağlığımız ise.
Bilimde konsensüs konu dışıdır. Alakalı olan tekrarlanabilir sonuçlardır. Tarihteki en büyük bilim adamları, tam da konsensüsü bozdukları için büyüktür. Konsensüs bilimi diye bir şey yoktur. Konsensüsse bilim değildir. Bilimse konsensüs değildir. Nokta.
Michael Crichton
Uzmanların ve bilimin günlük hayatlarımızın bir parçası haline geldiği, hatta nasıl yaşayacağımızı belirlediği şu günlerde kendi adına araştırma yapmaya ve sorgulamaya yeltenen herkes bilim karşıtlığı ile suçlanmakta. Hakim söylemden farklı görüş belirtenler uzman olmadığı gerekçesiyle susturulmaya çalışılmakta ve farklı bakış açıları sunmaya çalışan uzmanlara medyada yer verilmediği gibi, açıklamaları sosyal medya platformlarından kaldırılmakta.
‘Konu Bilime Geldiğinde Neden Kendi Araştırmanızı Yapmamalısınız’ başlıklı Forbes makalesi bize ne yapmamız, daha doğrusu ne yapmamamız gerektiği açıkça söylüyor:
Uzman olmadığın konuda kendi araştırmanı yapma, konsensüse güven.
Peki bilimsel tartışmalarda sık sık önümüze sürülen bu konsensüse hayatımız pahasına güvenebilir miyiz?
Bu soruya cevap verebilmek veya en azından üzerine düşünebilmek için gelin tıp tarihinden bazı örneklere bakalım.
Geçtiğimiz yüzyıllarda doğum yapan kadınların altıda biri lohusa humması denilen ateşli bir hastalık yüzünden hayatını kaybediyordu. 18. ve 19. yüzyılda bu hastalığın bulaşıcı olduğunu iddia eden bilim adamları çıkmış olsa da bu görüşleri göz ardı edildi. 1849’da Semmelweiss, yönetimindeki klinikte el yıkama gibi basit bir hijyenik tedbirle hastalığı tamamen elimine edebilmeyi başarmış olmasına rağmen bulguları tıp camiası tarafından reddedildi, dalga konusu oldu ve dışlandı. O dönemde bütün hastalıkların sebebinin vücut sıvılarındaki dengesizlik olduğu düşünülüyor ve bir tedavi yöntemi olarak kan alma yaygın olarak uygulanılıyordu. 1799 yılında George Washington nefes darlığı eşlik eden ateşli bir hastalık geçirdiğinde zamanının en iyilerinden üç doktor en uygun tedavi yönteminin kan alma olduğunda karar kılmış ve sonuç olarak kendisinden dört litre kan alınmıştı. Semmelweis’in bulguları 1860’larda Pasteur’ün mikrop teorisine kadar göz ardı edilmeye devam edildi. Lohusa humması konusunda doğru sonuca ulaşılması 125 sene aldı.
1920’lerde Amerika’da onbinlerce insan, özellikle yoksul kesim, pellagra denilen bir hastalık yüzünden hayatını kaybetmekteydi. Konsensüs bunun bulaşıcı bir hastalık olduğunu söylüyor ve neden olan patojeni bulmayı hedefliyordu. Dr. Joseph Goldberger ise 1915 yılında bunun beslenme ile ilgili bir hastalık olduğu sonucuna varmış, hastaların kanını kendine ve gönüllülere enjekte ederek bulaşıcı olmadığını göstermiş fakat tıp camiasının direnciyle karşılaşmıştı. 1937 yılında pellagranın nedeninin B3 vitamini eksikliği olduğu ve özellikle mısır odaklı ve protein açısından fakir beslenenlerde görüldüğü anlaşıldı. 1907-1940 yılları arasında Amerika’da yaklaşık 3 milyon kişi bu hastalığa yakalandı ve 100.000’i öldü.
Margarin dediğimiz, bitkisel sıvı yağların hidrojenize edilerek katı hale getirilmesiyle elde edilen yağ, tereyağına bütçe dostu bir alternatif olarak sofralarda yerini almıştı. 1980’lerde bu yağların doymuş yağlar yerine kullanımının uluslararası tıp kurumu yönetmeliğinde önerilenler arasına girmesiyle, trans yağlar ucuz ve uzun ömürlü bir alternatiften öte sağlıklı bir gıda olarak kabul görmeye başladı. Fast food restoranları hayvansal yağları trans yağ içeren kızartma yağlarıyla değiştirdi. 1990’larda trans yağların kalp hastalığı, felç, tip 2 diyabet ve kanser riskini artırdığını gösteren çalışmalar çıkmaya başladı. 2003’te bu yağların satışını yasaklayan Danimarka’yı Avusturya, Macaristan, İzlanda, Norveç ve İsviçre izledi. Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu’nun bu yağları güvenilir kategorisinden çıkarması ise bir on sene daha aldı. Türkiye’de paketli gıdalarda %2 oranının üzerinde trans yağ kullanılması yasak. Diğer yandan pastane ürünlerinde endüstriyel trans yağlar tercih ediliyor. Bunun dışında kısmi hidrojenize yağ adı altında raflarda yerini almaya devam etmekte.
İlaç fiyaskoları
Tıp tarihinin kara lekelerinden Talidomit’i herkes duymuştur. Hamilelerde uyku problemleri ve sabah bulantıları için geliştirilen ve dünyanın birçok yerinde kolsuz bacaksız çocukların doğumuna neden olan ilaç. Bir Alman firması tarafından 1957’de üretilen bu ilaç 46 ülkede yaygın olarak kullanılmaya başlandı ve 1961 yılında doğum kusurlarına neden olduğu anlaşıldı. Tahminler 10.000-20.000 arası çocuğun etkilendiği yönünde. 1962’de piyasadan çekilse de 1998 yılında lepra tedavisi için Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu tarafından onaylandı. 2010 senesine kadar bazı ülkelerde kullanımı ve doğum kusuru vakaları devam etti. İlaç sadece ABD ve Türkiye’de resmi onay almamış ve Türkiye’de vaka görülmemiştir.
Talidomit faciasından sonra 1962’de Amerikan İlaç ve Gıda Kurumu (FDA) ilaçların onayından sorumlu kılındı fakat bu denetim mekanizması diğer faciaları önlemek için yeterli olmadı. 1990’larda popüler olan zayıflama ilacı Fen-Phen’in kalp ve akciğer hastalıklarına neden olduğunun anlaşılıp piyasadan çekilmesi 24 sene aldı ve bu sürede 6,5 milyon civarı kişi tarafından kullanıldı. Firma mağdurlara toplamda 21 milyardan fazla ödeme yapmak zorunda kaldı. Hamilelikte düşüklerin engellenmesi için reçete edilen Diethystilbestrol’un kız çocuklarında tümör gelişimine neden olduğunun anlaşılıp piyasadan çekilmesi 37 sene sürdü. Yüksek kolesterol tedavisi için kullanılan Baycol’un piyasada bulunduğu 4 senede 100.000’den fazla ölüme neden olduğu rapor edildi. Geri çekilen ilaçlardan bir diğeri olan ve artrit ağrıları için 20 milyondan fazla kişiye reçete edilmiş olan Vioxx ise kalp krizi ve felç riskini artırdığı için 5 sene sonra piyasadan çekildi ve Merck firmasına 6 milyara mal oldu.
Günümüzde tıbbi yanılgılara ne sıklıkta rastlıyoruz?
Hastaya zarar veren veya fayda sağlamayan tedavilerin ve uygulamaların içinde bulunduğumuz kanıta dayalı tıp çağında nadir olmasını beklesek de maalesef durum sandığımız gibi değil. Kardiyak nedenli ani ölümler için geliştirilen 1C sınıfı antiaritmik ajanlar 20. yüzyılın sonlarında kardiyologlar tarafından yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Bu ilaçların güvenilirliğine dair başlatılan çalışma, doktorların hastaların deneye katılımını %50’nin ilaçtan mahrum kalacağı gerekçesiyle engelleme çalışmalarına rağmen tamamlandı ve tedavinin plasebodan daha fazla ölümle sonuçlandığını gösterdi. 1990’larda kanıta dayanmaksızın popüler hale gelen, vertebroplasti denilen kırık kemiğe medikal dolgu uygulamasının fayda sağlamadığı 2009’da randomize kontrollü çalışmalarla ortaya kondu. 40’lı yaşlardaki kadınlarda meme kanserinin tespiti için uygulanan rutin mammografi de ölüm oranlarında fark yaratmadığı keşfedilen ve sonlandırılan müdahalelerden. Pulmoner arter kateterizasyonu ve perkutan koroner müdahalesi ise fayda sağlamadığı çalışmalarla gösterilmiş fakat rutin olarak uygulanmaya devam edilen pratikler.
İngiltere Ulusal Sağlık Hizmetleri’nde kullanılan 3000 tedaviyi inceleyen araştırmaya göre bu tedavilerin yarısının etkinliği bilinmezken sadece %11’inin açıkça faydalı olduğu görülüyor. Tıp literatüründeki çelişkileri inceleyen bir çalışma, alıntılanma oranı yüksek olan makalelerin sonraki makalelerle çelişme oranını %16 bulurken, bir diğer çalışmaya göre saygın dergilerde yayınlanan makalelerin %13’ü önceki tıbbi pratikleri çürütüyor. Dahası, son yıllarda tıbbi literatürde abartılı sonuçlar epidemik oranlara ulaşmış durumda ve önceki pratikleri yanlışlayan çalışmalar artmaya devam ediyor. İndirilme rekoru kıran makalesinde Prof. John Ioannidis, yayınlanan çalışma bulgularının çoğunun yanlış olduğunu, yani sonuçların yanlış olma ihtimalinin doğru olma ihtimalinden daha fazla olduğunu gösteriyor. Ioannidis kanıtları bütünsel ele almanın önemini vurgulasa da, araştırmalar meta-analizlerin hasta verilerinin çoğunu, özellikle negatif bulguları içermediğini ortaya koyuyor. Bu yanıltıcı sonuçların sebebi olarak ise çıkar çatışmaları ve bilim insanlarının yanlılığı gösteriliyor.
Öyle görünüyor ki, saygın dergilerde yayınlanan makaleler sıklıkla yanlışlanabiliyor ve uzmanlarca benimsenen tıbbi pratikler hastalara fayda sağlamak yerine zarar verebiliyor. Bu pratiklerin yanlışlığının anlaşılması ve uygulamadan vazgeçilmesinin zaman alması da tıp camiasının tutuculuktan ve çıkar ilişkilerinden muaf olmadığını gösteriyor. Örnekler ve çalışmalar ışığında günümüz önerilerinin ve uygulanan tedavilerin birçoğunun da aynı kaderi paylaşacağını söyleyebiliriz. Bu işleyişin diğer alanlarda da geçerli olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu nedenle bilimin her daim şüphe gerektirdiğini ve konsensüsün doğruya eşdeğer olmadığını hatırlamakta fayda var gibi görünüyor. Özellikle söz konusu olan kendi sağlığımız ise.
Leave a Reply
You must be logged in to post a comment.