Gençliğimde bir komplo teorisyeniydim

Aziz Nesin’in içinden dolu dolu azınlık düşmanlığı ve komplo teorileri fışkıran hikayesi Soba, her ne kadar 1956 yılında kaleme alınmış olsa da, Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşaması belki de Yunanistan’da Atatürk’ün evi bombalandı haberleri ve akabinde gerçekleşen 6-7 Eylül (1955) olayları ile tamamlanmıştır diyebiliriz.

Sadece Türkiye değil, Amerika da varlığını kısmen komplo teorilerine borçludur. Kolonilerde, Kral III.George’un tüm Amerikalıların köleliğini planladığı kanıtsız bir teori ortaya atıldı. Bu teori, başkaldırının devrime evrilmesine yardımcı oldu.

Delişmen komploculuğun karşı konulmaz cazibesini gelin 14 yaşındaki bir kız çocuğuna soralım.

Komplo teorileriyle, lisede bütünleme derslerine giren gazetecilik hocamın tamamını İlluminati’ye ayırdığı bir derste tanıştım. Kendisinin söylediğine göre siyâseti ve ekonomiyi kötülükte sınır tanımayan bir grup küresel elit şekillendiriyordu. Bu elitler gizli toplantılar yapıyor ve çeşitli semboller aracılığıyla iletişim kuruyorlardı. Üyelerine gelince, Amerikan başkanlarından ve CEO’lardan tutun da çeşitli ünlülere kadar birçok insan aralarında bulunuyordu. Her yerdeydiler.

Kendisi bunları aynı Uluslararası Para Fonu’nu ya da bilinen evrenin altyapısını oluşturan fiziksel gerçekleri ve kimi belirli matematiksel yasaları anlatan öğretmenlerimin ödün vermediği ciddiyetleriyle aktarıyordu. Sonuçta bunları az buçuk da olsa düşünebilen her birey bir şekilde öğrenmeliydi. Bu hocamızın dersleri sırasında ne teori kelimesini ağzına aldığını hatırlıyorum ne de bu komploların tartışmaya açık fikirler olduğunu söylediğini. Belki de, o zamanlar henüz yeni vizyona girmiş olan Matrix filminden bir kesiti kanıt olarak ortaya sunduğunda uyanmalıydım. Fakat adeta büyülenmiştim.

Burada 11 Eylül ve Irak Savaşı’nın arifesinde Berkeley, California’dan bahsediyorum. Dünyamız, adı sanı belli olmayan dış güçlerce kuşatılmıştı. Kaldırımlara yapılmış grafitiler, 11 Eylül gerçeklerinin açıklaması için herkesi göreve çağırıyor, uçakların arkalarında bıraktığı kimyasal spreylemenin yasaklanmasını istiyordu. Belediye meclisimiz, gökyüzünü “uzay teknolojilerine dayalı silahlara yasak bölge” ilân etmişti. Radyolardaki DJ’ler ve arkadaşlarımın ebeveynleri, savaşa asıl girişi nedenlerimiz hakkında üstü kapalı dedikodulara dalmıştı. Daha filtre balonları ve patolojileri icat edilmemişti. Lakin, bizzat ben bu balonların bir tanesinde hayatımı sürdürüyordum: Hükûmetler yalan söylüyordu, elitler güçlerini pekiştiriyordu. Ortada şike vardı, paranoya kaçınılmazdı. Mesele şaibeliydi, gün geçtikçe de her şey daha da bulanıklaşıyordu.

Her şeyin bu denli kafa karıştırıcı, hileli ve şüphe uyandıran boyutlarda tezahür etmesinin altında yatan sebebin yalnızca gerçek bir komplo olması benim için tek açıklamaydı.

Okuldan eve geldiğimde bir kase balık kraker yerken Oprah’ı izler, akşam yemeğinde de aileme Yeni Dünya Düzeni hakkında ders verirdim.

Ergenliğimdeki bu “uyanış” hakkında, o zamanki düşüncelerini merak ettiğim için annemi aradım, birkaç soru sordum. Beni nasıl algıladıklarını merak ediyordum. Kendisinin hatırladığı kadarıyla tepkisi “dalgınca gösterdiği hoşgörü” olmakla beraber biraz şaşkıncaydı ama öyle peşinen hükümlü falan da değildi. 2002 senesinden bahsediyoruz. Aileler henüz endişelenecekleri seviyede, 4chan, QAnon ya da Reddit’in karanlık köşelerinin lügâtına hakim değillerdi. Daha öyle şeyler yoktu çünkü. Ne Facebook ne de Twitter henüz icat edilmemişti. İnternete yalnızca Blink-182 şarkıları indirip, arada da LiveJournal sayfamı güncellemek için bağlanıyordum. Annem, benim söylediklerim karşısında çıldırmamış. Yalnızca şunu düşünmüş:

“Vay canına, demek bizim çocuğumuz dünyada böyle ipe sapa gelmez şeylerin varlığına inanan insanları tanımaya başlamış.”

Her ebeveyn çocuğunu gözünde büyütür. İşin doğrusu şu ki daha 14’ümde ne öğretmenlerin yanılabileceğini düşünebiliyor ne de iyi bilgiyi kötüsünden ayırt edebiliyordum. Annemin insan aklının ikinci dereceden tuhaflığı olarak algıladığı bu durum; benim için, gizli toplantılar ve saklı üçgenlerin gerçekliğine dair katıksız bir doğruydu.

Geçenlerde bu durumun, gelişimsel bir bakış açısıyla yaklaşıldığında son derece olağan olduğunu öğrendim ve rahatladım. Cornell’deki ergenlik psikologlarından Valerie Reyna, bana, “çocuklar son derece ‘gerçekçi’ olabiliyor” dedi. 4 yaşındaki herhangi bir çocukla muhabbet etmeye kalkan birinin rahatlıkla görebileceği gibi, bu her şeyi harfi harfine ciddiye alma durumu, birçok insanın farketmeyeceği üzere yetişkinliğe kadar sarkabilir diye ekledi. 10’lu yaşlarımıza girdiğimizde, kimi zaman son derece karmaşık olan gerçekleri dahi son derece akıcı bir şekilde bir papağan edasıyla anlatabiliyoruz. Lakin, henüz bu durumların altında yatan anlamı kavrayacak ne bir içgörümüz ne de sabit tecrübemiz mevcut oluyor bu yaşlarda.

Bu bahsedilen, yineleme öğrenim kabiliyeti ve gerçek kavrayış arasındaki farkı ifade ediyor. Dolayısıyla burada şu farkı da anlamamız gerekiyor:

İlluminati’nin var olabilmesi için öncelikle birçok farklı inanılmaz şeyin de gerçek olması gerekiyor. Bunun yanı sıra, milyonlarca insanın da böylesine ciddi bir oluşumu yüzyıllarca ağızlarını açmadan bir gizem olarak korumuş olmaları da şart. Reyna şunları da söylüyor:

“Eğer dünyamızın işleyişine dair temelli bir anlayışa sahipseniz, içgüdüleriniz rehberiniz olabilir. Bu yüzden, genellikle ve averaj olarak, yetişkinler bir şeyin mümkün olup olmadığını daha iyi anlayabilme kapasitesine sahipler.”

Eğer içinde bulunduğum ortam ve çevre beni komplo teorilerine daha açık bir hâle getirmiyorsa, bu da demek oluyor ki, ergenlik zamanındaki beynim eksik ve kötü filtreleme seçimleri sonucunda bana hiçbir şey katmamış oluyor. Reyna şunu ekliyor:

“Kültlerin, özellikle genç beyinleri hedefleyip mensuplarını seçmeye çalışmaları hiç de rastlantısal bir durum değil.”

Her ne kadar lisedeki diğer derslerde olanları o kadar iyi hatırlayamasam da, bu bahsettiğim İlluminati gününü sanki şu anda bir belgesel izliyormuşum gibi net hatırlıyorum. Komploculuğun gelişiminin en az rasyonalizm kadar uzun bir geçmişi var. Sebep aynı sebep. İnsanlar, çağlar boyunca hayatlarını tutarlı bir şekilde komplo teorileri uğruna altüst ettiler durdular: Çünkü, komplocu düşünme şekli muazzam bir ikna kabiliyetine sahip. Bu düşünme şeklinin öyle ampullerin son kullanma tarihi gibi küçük meselelerden tutun da evrende yalnız olup olmadığımızın kanıtları gibi büyük ölçekli meselelere kadar her şey için bir açıklaması mevcut. Mantığı kendinden kaynaklı, etkileri de nev’i şahsına münhasır bir rahatlama: Ahlâkın yalınca olduğu, her insanın bir öznesinin bulunduğu ve en küçük bilginin bile adeta tanrısal manâsı olduğu bir dünya sunuyor bize. Burada, hiçbir şey kazara mümkün olamaz, diyor. Komplonun kendisinden bir bulmaca oluşturuyor, komplo teorisyeni de saygınlık piyesinin başrolündeki kahramana evriliyor.

Tarihçi Richard Hofstadter, “Amerikan Siyâsetinde Paranoyak Biçem” başlıklı çığır açan denemesinde 1964 senesinden bize sesleniyor:

“Sözcünün paranoyağı, komplonun kaderini vahiysel bulur. Bu sözcü, medeniyetin barikatlarına adam yığmakla meşgûldür.”

Hofstadter’in burada es geçtiği nokta ise, dünyanın kaderi hakkındaki bilgiye erişmenizi, ya da bunun gerçekten böyle olduğuna inanmanızı sağlayan içerden birini tanıdığınız duygusunun sarhoş edici etkisi.

Annem şunları da demişti:

“Hatırladığım kadarıyla düşünmek sana heyecan veriyordu: Bu hepimiz için geçerliydi. Keşfedilmeyi bekleyen gerçekler vardır; ve, eğer bunların gizemini çözebilirsen, her şeyin bir manâsı olacaktır.”

Hem bana dair söylediklerinde hem de bize dair yaptığı bu yorumda haklıydı annem. Komploculuk, beynimizin kimi temel fonksiyonlarını ele geçirir.

Şüpheci Beyinler: Neden Komplo Teorilerine İnanıyoruz? isimli kitabın yazarı olan Rob Brotherton şunları dile getiriyor:

“Beynimizin kimi işleme şekilleri var ki hepimizi komplo teorilerine açık hâle getirebiliyor. Dünyada anlaması güç bir şey gerçekleştiğinde, birisi bunun böyle olmasını istediği için mi gerçekleşti diye düşünürüz. Olayların ardında niyet arama dürtüsü, altta yatan modelleri anlama isteği ya da doğrulama önyargısı; yalnızca komplo teorilerine olan yaklaşımımızı şekillendirmeyle kalmıyor, aynı zamanda, gündelik hayatta dünyamızı algıladığımız en temel ve olağan hislerimizi de etkiliyor. Hal böyleyken, komplo teorileri aslında beynimizin çalışma şekline işaret eden bir yan göstergeyken; bunları alıp psikolojik sapma, marjinal düşünce diye ötelemek cezbedici bir yaklaşım.”

Özellikle son on senede, halkın da komplo teorilerine olan ilgisinin artışına paralel olarak, komplo psikolojileri çalışma alanı da gözle görülür bir serpilme yaşadı. Henüz, komplo teorilerinin beyinde nice şekillendiğini açıklayan ya da kimi insanların bu teorilere neden daha yatkın olduğunu anlatan gerçekleri pek bilmiyoruz. Lakin, Brotherhon’un da söylediği üzere kişiler; siyâsal görüş, gelir düzeyi, cinsiyet ya da yaş fark etmeksizin komplo teorilerinden doğrudan etkilenmeye açıklar. Komplo teorisyenlerine baktığımızda öyle kafasında huniyle gezen küçük bir gruptan bahsetmiyoruz. Daha açıkça ifade edeceksek, hayatta rakibiniz olduğunu düşündükleriniz bir avuç deli değil. Bu durum öyle Demokratmış, Cumhuriyetçiymiş gibi bir ayrım yapmıyor.

Dahası, çeşitli kişilik özellikleri—mesela paranoya, binarizm, kuşkuya yatkınlık—; ve, kişilerin içinde bulunduğu genel ya da özel durumlar, insanları bizzat komplo teorilerine daha yatkın hâle sokabiliyor. İngiltere’deki Kent Üniversitesi’nde sosyal psikoloji profesörü olan Karen Douglas, şunu diyor:

“İnsanlar, henüz karşılanmamış psikolojik ihtiyaçlarını tatmin etmek için komplo teorilerine doğru çekiliyor.”

Douglas, aynı zamanda Brotherhon’un lisansta hocasıymış. Kendisi, 12 senedir komplocu düşünme şekillerini araştırıyor. Douglas’ın araştırması, komplocu düşünme şeklinin doldurabileceği üç boşluğa dikkat çekiyor.

Bunlardan ilki, “epistemik bir ihtiyaç” diye nitelediği, bilgiye ve kesinliğe olan ihtiyaçmış

Zoom üzerinden gerçekleştirdiğimiz mülakatta ifade ettiği üzere. “Kimi cevaplar arayışındasınız. Neler olup bittiğini anlamak istiyorsunuz. Burada, bir komplo teorisi size gerekli olan bilgiyi temin etmenize yardımcı olur, muammaları önler.”

İkinci ihtiyaç ise tamamen varoluşsal: denetimde olmaya, güvenli ve emniyette hissetmeye duyulan insanî ihtiyaç

Her ne kadar indirgemeci olurlarsa olsunlar, komplo teorileri de bir tür bilgidir. Bilgi ise, güçtür.

“Komplo teorilerine inandığınızda, içinde bulunduğunuz açmazları görüyorsunuz,”

diyor Douglas. 2008 senesinde, Northwestern Üniversitesi’nde eğitim gören lisans öğrencileri üzerinde yürüttükleri küçük çaplı bir araştırmada, Adam Galinsky ve Jennifer A. Whitson şunu anladılar: Katılımcılar, kendilerinden kontrol edemediklerini hissettikleri durumları hatırlamaları istendiğinde, daha çok bir takım “yanıltıcı motifler” algıladılar. Yani, rastlantısallıkta, tutarlı ve manâlı ilişkisellikler aradılar—dağıtık noktalar arasında figürler görmeye çalıştılar, alâkasız fenomenler arasında korelasyon oluşturmaya eğildiler. Bunların hepsinin sonucunda batıl inançlar yaratılıyor, komplolara inanılıyor. Birkaç sene sonra, 2013’te Polonya’da 200 üniversite öğrencisinin üzerinde gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, katılımcılar yüksek endişe duydukları anlarda, örneğin bir sınav öncesi, ırkçı genellemeler üzerinden Araplar, Yahudiler ve Almanlar hakkında uydurulan komplo teorilerine inanmaya daha yatkın oluyorlar.

Douglas’ın tanımladığı üçüncü ihtiyaç ise toplumsal

Eğer, diğer insanların bilmedikleri bir bilgiye sahip olduğunuzu düşünüyorsanız, bu onlara karşı bir üstünlük hissetmenize neden olabiliyor. Diğerlerine kıyasla biricik olduğunuzu düşünmek, özgüveninizi yükseltebiliyor. İşte bu yüzden, komplo teorileri “içeridekiler” ve “yabancılar” prensibine göre oluşmaya meyilli: Komploculuk, dünyanın içinde bulunduğu kötü hallerin sorumlusu olarak diğer insanları, yani “yabancıları,” suçlayabilmek için uygun bir yol. Yanı sıra, komplo teorisyenini daha zekiymişçesine göstermek gibi bir artısı da mevcut.

Birlikte ele alındıklarında, epistemik, varoluşsal ve toplumsal olan bu üç ihtiyaç, komplocu düşünce yolunda kusursuz bir fırtınaya adeta şapka çıkarıyor. Tesadüfen, bu ihtiyaçlar ergenlik çağının temellerini de oluşturuyor. Galinsky ekliyor:

“Özellikle ergenlik çağındaki gençler, eş zamanlı olarak gerçekleşen biyolojik ve toplumsal şeylerden dolayı, aslında mevcut olmayan modelleri her yerde arayıp buluyorlar. Bunun sebebi de, kontrolün kendilerinde olmadığını hissetmeleri.”

Bir yandan uyarıcılarla boğuşurken diğer yandan da hormonlarına esir düşüyorlar. Ebeveynlerinin ve akranlarının kendileri üzerinde olan etkilerinin işlendiği acılı bir süreçten geçiyorlar. Toplumsal hiyerarşi üzerine bir takıntı geliştirirken, sancılı bir şekilde farkına varıyorlar ki arzu ettikleri öznelliğe, istedikleri kadar uğraşsınlar, erişemiyorlar.

14 yaşındayken, her ne kadar yetişkinliğin getireceklerini kestirebiliyor olsam da, okul gezilerine katılmak için hâlâ ailemden izin istiyor, sinemadan çıkışta eve dönebilmek için ankesörlü telefona jetonumu atıp kendilerinden beni bulunduğum yerden almalarını ricâ ediyordum—ki bu filmlerin hepsi 13 yaş altı içindi. Duygu ve hislerimi aralıksız bir yoğunlukla yaşıyordum ama denetleyemiyordum. Miami Üniversitesi’nde bir siyâset bilimci olan Joseph Uscinski komplo teorilerinin kaybedenler için olduğunun altını çizmeyi pek sever. Ona göre, bu teoriler nispeten güçsüz olan kimselerin daha güçlü olanlardan ganimet almaya çalışmaları için mevcut. Ben de bir üniversite şehrinde büyüyen, üst orta sınıfa mensup, 14 yaşında beyaz bir gençtim. Evrensel bağlamda, güçsüzlükten aslında uzaktım. Ama yine de 14 yaşında bir genç kızdım. Bağlamın bir önemi yoktu. An be an hissettiklerim, güneşi balçıkla sıvayabilecek kadar güçlüydü.

İlluminati’ye ciddi bir şekilde ne süre inandığımı ya da bu inancın nasıl sonlandığını hatırlamıyorum. Hiç kimse gelip araya girer gibi bir hatam olduğundan bahsetmedi. Birisi gelip konuşsaydı da etkili olabileceğini sanmazdım. Neden mi? Aynı diğer komplo teorilerinde olduğu gibi, İlluminati de kendi mitlerini bünyesinde barındırır, gerekirse yenilerini yaratır. Bu mitlerden oluşan mefhumlara göre şeytani güçlerin İlluminati’nin varlığının reddiyesinde kazançları vardır. Bu sebeple de, özellikle şüphecilere güvenilmemelidir. Zamanla hem bu komplo fikrine olan inancım azaldı, hem de yalnızca bu gazetecilik hocası gibi kişilerin böyle gizemlere vakıf olduğu düşüncesi saçma gelmeye başladı. Seneler evvel nasıl Spice Girls’e olan büyük hayranlığım sona erdiyse, gerçek bir İlluminati mümini olmamın da vadesi öylece doldu: Tüm hayatımın etrafında kurgulandığı bir takıntı, öylece farketmeden geçip gitti.

Hayatın gerçeklerini daha iyi anlamaya başladığımda, Illuminati’ye olan ilgimi öyle tamamen kesmedim. Aksine, bu ilgiyi biraz dönüşüme soktum. Üniversite için Doğu yakasına yola koyuldum. Etrafımı her kesimden sırf keyf için Žižek okuyan insanların sardığı o günlerde, daha 19’umda, en sevdiğim yumuşak peynir türünü bile bulmuştum. Aynı anda hem ev hasreti çekip hem de acımasızca mutsuz hissederken, kendimi son derece emniyetsiz buluyordum. Benimle tamamen aynı durumda olan ve karşılarında elden ayaktan düşüren bir şekilde çekingen hissettiğim bir grup insanla iletişim kurmanın tek yolu, gönülsüzce de olsa, komplo teorilerinden bahsetmekten geçiyordu o zamanlarda. Nasıl Floridalı gençler her mevsim şort giyiyorlarsa, ben de, parlak ya da görmüş geçirmiş olmadığım anlaşılmasın diye, sırf kendimi göstermek için bu acemice ama bilinçli performansa girişiyordum.

O zamanlar, Reddit, YouTube ve Facebook hayatımızda çoktan yer etmişti. İnternet, halihazırda, ilkel, statik ve pek de ilgi çekici olmayan web sitelerinin oluşturduğu küçük bir ağdan, içinde tamamen yok olabileceğiniz bir sanal dünyaya dönüşmüştü. Her türlü alt kültüre ya da hayâl edebileceğiniz tüm fikirlere açık olan mesaj panolarında bir sayfadan diğerine atlayarak saatlerinizi harcamak artık hem kolaydı hem de heyecan verici bir hâle dönüşmüştü. 11 Eylül raporlarının sözde tutarsızlığı ile ilgili olan, olmadı Avril Lavigne’nin dublör kullandığını iddia eden ya da kolayca şekil değiştiren sürüngen yaratıklara benzeyen uzaylıların dünyayı nasıl yönettiğini anlatan tavşan deliği gibi çıkmazlarda saatlerimi geçiriyordum.

O sıralar, komploculuğun sebep olduğu ve insanları hayatlarından eden suç listesi o kadar kalabalık değildi. Bu teoriler, pek zararlı olmayan eğlencelik şeylerdi benim için. Kendim için oluşturmaya uğraştığım kimlikle de bağdaşıyorlardı. Yurtta gerçekleştirdiğimiz Loose Change gösterimlerini üstlenirken ya da partilerde dilimden düşürmediğim mesaj panolarında okuduğuma benzer saçmalıklarla muhabbet ederken, bir mesajı yayarmış gibi değil de; kamp ateşinin etrafına dizilmiş arkadaşlarıma hayalet öyküleri anlatırken, kendilerinin üzerimde toplanan bakışlarına yansıyan değişimleri izliyormuş gibi hissediyordum. Komploculuk benim parti numaramdı, gerçek hayattaki trollüğüm. Çekici olduğu kadar yanlış, bizzat yanlış olduğu için de çekici. Bir bakıma dikkâtleri üstüme çekmeme yardımcı olan araçtı. Komplo teorileriyle bir oda dolusu insanı etkileyebildiğimi görmüştüm ve bu güce sahip olmak hoşuma gidiyordu.

Belli ki salağın tekiydim. Aynı zamanda, görünen o ki, öyle özgün de değildim. “Komplo teorilerinin istemeyen sonuçları olabilir. Ancak, bu teoriler çoğu zaman odalarında takılan gençlerden öteye gidemiyor,” diyor Brotherton. “Bilirsiniz, Reddit ya da 4Chan’da yapılan sıçmıklamaların (shitpost) çoğu ya güldürme ya da birilerini çileden çıkarma amaçlıdır,” diye ekliyor.

Brotherton devam ediyor:

“Meseleyi basitleştirip, öylesine, dünyadaki insanların %4’ü ABD’yi sürüngen uzaylıların yönettiğine inanıyor demek de ilginç. Ama, gerçekten öyle bir şey var mı? Yoksa, dünyadan bu araştırmaya katılan insanların kimisi çalışmaları tiye mi alıyor? Olmadı, belki de bazıları, mecazen de olsa, sırf bunu söylemek komik olduğu için mi böyle dönüt veriyor?—hani, yönetimdeki tüm insanlar kötü, sürüngen insan imajı da kötüyü işaret ettiği için:  Öyle gerçekte sürüngen falan olmalarına gerek yok. Ama biliyorsun, mecazen de olsa ben kendimi böyle ifade edip sırf bu yüzden bunun doğru olduğunu söyleyeceğim. İnsanların sırf eğlenmek için komplo teorilerine yönelmeleri için çok sebep var. Bu sebeplerden bir tanesi de, asıl dünya görüşünüzü, komplo teorilerini eğlence amaçlı tüketirken işaret etmek de olabilir.”

Barack Obama’nın aslen ABD doğumlu olmadığını iddia eden Doğumculuk (Birtherism) hareketi, liyakatla ilgili olmaktan ziyade, siyahî birinin Beyaz Saray’da oturamayacağına işaret ediyordu. Endüstriyel çeliğin erime noktasını detaylı bir şekilde inceleyen 11 Eylül Gerçeği Hareketi, aslen hükûmete olan güvensizliği anlatıyordu. Toplu okul katliamlarının aslında kriz aktörleri tarafından gerçekleştirilen birer yanıltma harekatı olduğuna dair sürdürülen inatçı yaklaşım, bireysel silahlanma hakkı ve medya önyargısının çarpıklaştırılmış ifadesiydi. İşte bu yüzden, Illuminati’yi de dahil edebileceğimiz bu teorilerin en çelimsiz bir tahkik aracılığıyla bile kolayca çökmesi pek de manidar değil. Detayları dünya görüşümüz belirler, bunun aksi mümkün değildir.

Yirmili yaşlarıma yaklaştıkça, İlluminati’nin aslında dünyadaki güç ve servet dağılımına dikkât çeken başka bir şeyin işaretçisi olduğunu anlamıştım. İlluminati’ye gerçekte inanmasam da, mecazen bugün bile inanmaya devam ediyorum: Zengin ve etkileyici insanlar gizlice bir araya gelip geri kalan herkesi, yani bizi, şekillendirmek için uğraşıyorlar. Gerçek olmadığını bildiğim şeyleri öyleymişçesine tekrar tekrar anlattığım anlardan samimiyetle pişmanlık duysam da; bana, sistematik eşitsizliği farketme fırsatını sunan bir teoriyi zamanında takıntı hâline getirmiş olmaktan pişmanlık duymuyorum. Neden pişman olayım ki? Haklıydım! Güç odaklarının her daim şeffaflıkla, cömertçe ve iyi niyetle hareket etmelerini beklemek son derece naif bir yaklaşım olur. Bazen, kanıtlarla kolayca çökertilebilir komplo teorileri dahi bünyesinde bir takım gerçekleri barındırır. Kimi zaman, absürtçe uydurma görünen şeyler de gerçek olabilir.

“Ortada gerçekten var olan, kulağa son derece acaip ve prototip olarak çılgın gelen komplo teorilerinin, kimi hallerde hakiki, tarihsel öncülleri mevcut,”

diyor Brotherhon. Lisede, İlluminati’nin yanı sıra, Watergate, MK-Ultra, Iran-Contra, Tuskegee frengi deneyi hakkında da bilgi edindim. Lise mezuniyet tezimi, FBI’nın kendisi varlığını kabûl etmemiş olsa insanlara paranoyakça gelecek olan bir hükûmet gözetleme çabası olan COINTELPRO üzerine yazdım. Ailemin oturduğu yerin yaklaşık 120 km. kuzeyinde Bohemian Grove diye bir yer var. Burada, küresel elitler her Temmuz ayında gizlice buluşur. Kimi arkadaşlar elitlerin katıldıkları bu davetlerde, bir gizlilik sözleşmesi yaparak garsonluk gibi hizmetlerde bulunduklarını aktarıyorlar. Burada atılan ve zamanında karanlıktaki komplolar olarak algılanan—kara para, seçim hileleri, hükûmeti hiçe sayma, hükûmet görevlerinin kötüye kullanılması gibi—birçok güncel siyâsi meselenin, birer komplo değil de müesses gerçekler olduğunu biliyoruz artık.

Brotherton şunları söylüyor:

“Eğer herkesi komplo teorilerinden uzak tutabilseydik, çok önemli bir şeyi yitirmiş olurduk: güç odaklarını sorgulama, çekilen acılara anlam verme ve sömürü ile dalaverenin kaynaklarını ortaya çıkarma kabiliyetimizi. Bunların hiçbiri temelde kötü güdüler değiller. Tüm bunlar, şeffaf olmayan ve tepkisiz hükûmetlerin, dünya tarihinde güç ve varlığın aynı ellerde toplanmasının ve işlevsiz bir enformasyonun mevcudiyeti bağlamında gayet de anlaşılabilir şeyler. Gerçekle olan ilişkileri, her ne kadar çok farklı olsa da, komploculuk ve eleştirel düşünce (critical thinking) aynı spektrumda bulunan iki farklı nokta.

Bu konuda düşüncelerini en beğendiğim figürlerden bir diğeri yukarıda da bahsettiğim Uscinsky. Kendisi, 2017’de yayınladığı bir makalede şunu aktarıyor:

“Kompo teorisyenlerini birçok şeye benzetebilirsiniz: at sineğine, bekçi köpeklerine ya da kimi tetik mekanizmalarına. Ama, bu teorisyenler en çok savunma avukatlarına benzerler. Egemenlerin savcıyı oynadığı siyâsi fikirlerin savaşında, kendilerini muhalifin danışmanı olarak görürler”

Komplo teorilerinin en kötü sonucu paranoyayı, ırkçılığı, şiddeti ve son derece alaycı ve bireyci bir dünya görüşünü ilerletmek olur.

En olumlu tarafı ise, hem güçlülere hem de güçsüzlere birilerinin durumu gözlediğini hatırlatmak oluyor. Daha şeffaf, iletişimin daha güçlü olduğu ve eşitliğin daha yaygın olduğu bir yere varmak için yanınızdakine attığınız bir dirsektir bunlar. Aşırı hassas bir duman dedektörünü andırırlar: Gürültülü, yanlış anlarda alarm veren. Lakin, doğru zamanlarda öttüklerinde ise, yaptıkları gürültü için minnettar oluruz kendilerine.

Geçenlerde bir Pazar günü, lisede birkaç sıra ötemde oturan arkadaşım Jake’i aradım. Hem hatıralarımdaki eksikleri tamamlamak istedim hem de kendisinin de benim gibi, aklımı kurcalayıp duran kimi daha ciddi sorular üzerine kafa yorup yormadığını merak ettim. Liseden mezun olduktan sonra geçen 15 sene zarfında, komplo teorisyenleri çıtayı yükseltmişti. Bunlardan bir tanesi, bir yaz günü Norveç’te, kendince Avrupayı İslâmileştirmeye çalıştığını iddia ettiği küresel Araplaşma oyununa dikkâtleri çekmek için 77 kişiyi katletmişti. Bir diğeri, genellikle ailelerin gittiği bir pizza restoranına tüfeğiyle girdi. Bir başkası, katledilen öğrencilerin aileleriyle dalga geçtiği için tutuklandı. Jake’in okulda İlluminati’yi öğrendiğimiz için kızgın olup olmadığını ya da benim o derse ve hocamıza daha fazla kızıp kızmamam gerektiğini öğrenmek istedim. Hayatımızdaki o dönemin bize tuhaf bir yer olan Berkeley’den kalma bir hatıra—aptalca ama Kasım ayında giyilen şortlar kadar zararsız—olup olmadığını merak ettim. Yoksa, yaşadığımız şey, otoriter bir figürün genç beyinleri şeytani bir şekilde zehirlemesi miydi?

Öyle şeytani bir niyet yoktu ortada Jake’e göre ancak bu dersin zararları da aşikârdı. Jake, bugünlerde bir avukat. Öncesindeyse en az bizim gittiğimiz okul kadar kaotik olan bir devlet okulunda öğretmenlik yapıyordu. Bana şunu dedi: “Benim asıl kafamı karıştıran olay ise, zamanında öğretmenlik yaparken bu konularla ilgili öğrencilerimle her ders daha fazla konuşmak için yırtınırken; bugün dönüp baktığımda, komplo teorilerine ayırdığım bir dersin bile zaman israfı olduğunu düşünmem.”

Komploculuğu, bir enformasyon ya da düşünce sorunu, olmadı, daha iyisini bilemeyen insanlar için bir ızdırap kaynağı olarak görmek oldukça makûl. Ancak, gerçekten böyle olsaydı komplo teorilerini ve altında yatan düşünceleri çoktan ortadan kaldırmış olurduk. Hem, özverili komplo teorisyeni olmak demek, hayli güçlü bir beyne sahip olduğunuz anlamına da geliyor. Whitson ve Galinsky’nin makalesinde şu ifade geçiyor:

“Her ne denli yanlış bir şekilde olsa da, kanıtları bir araya getirip anlatılaştırmak demek, bilişsel çaba gerektiren verilerin karmaşık bir yapıda entegre edilmesi demektir.”

Komploculuğun trajedisi, yanlış düşünmekten ziyade, düşüncenin hatalı uygulanışı. Bugüne kadar komplo teorileriyle geçen hayatımız boşa geçen bir ders olmakla beraber, zilin çalmasına da çok var. Güç ve eşitsizlik üzerine genç yaşta düşünmeye başladığım için memnunum ama keşke daha kısa bir yol seçseymişim. Benim canımı sıkan, bu uğurda harcadığım zaman. O derslerde İlluminati yerine gazetecilik öğrenmiş olmayı, tüm o jet yakıtı ve çelik kirişlerle ilgili edindiğim bilgiler yerine daha işe yarar bir şeyler öğrenmiş olmayı isterdim. Mevcut olmayan o modelleri bulup, noktalarını birleştirmeye çabalayan insanlar. Tüm bu gürültü ve asla sonu gelmeyen tavşan yuvası gibi labirentlerde yanlış odaklara yöneltilmiş arayışlar. Boşa harcanmış hayâl gücümüz.

1971 senesinde, ekonomist ve bilgisayar bilimci Herbert Simon, “Bilgi Zengini Bir Dünya İçin Organizasyon Tasarımı” konusu üzerine bir makale kaleme aldı. Bu ileri görüşlü bir çalışmaydı; ve, internet mesaj panoları ve sonsuz Twitter zincirlerinden neredeyse yarım yüzyıl önce kaleme alınmıştı. Bu çalışmada, konumuz dahilinde sorularına cevaplar arayan herhangi birine yabancı gelmeyecek bir fenomen de ortaya atılıyordu:

“Bilginin zenginliği başka bir şeyin kıtlığı manasına gelir: Bilgi, alıcılarının dikkâtini tüketir. Bu sebeple, bilgi, varsıl olduğu yerde bir dikkât yoksulluğu yaratır.

Dikkâtimiz, entelektüel ekonomimizin en kıt kaynaklarından birini oluşturur; ve, kendisi hepimizin elden çıkarmak zorunda kaldığı en önemli şeydir. Komploculuk da, aynen gençliğimde tecrübe ettiğim üzere, adeta bir dikkât emici canavardır.


Posted

in

Tags: