Amerika mı ’great’ Avrupa mı?

İnsan olarak her birimiz için geçerli olan, ülkeler ve milletler için de geçerli olsa gerek. Sen kendinden nefret ediyorsan, seni de kimse sevmiyor. Kendine saygı duymuyorsan, başkaları da seni adam yerine koymuyor. Dışarıdan sevimsiz görünse de biraz Amerika gibi olacaksın o halde. Kendinden emin, inançlı, biraz ukala, azıcık höt hüt. Boş yapmayacaksın. Altını da dolduracaksın biraz. Sonra herkes etrafında pervane.


Son ziyaretimin üzerinden bir yıl geçmeden yine yolum düştü Amerika’ya. Yaklaşık iki haftadır Teksas’ın Houston şehrindeyim. Bir kere şunu peşinen söyleyeyim; pek çok yönden Amerika o kadar da great değil. Ev kiralayacaksınız diyelim. Ne elden ne de kartla para kabul etmiyorlar. Banka havalesi de olmuyormuş. ”Benzin istasyonuna git, çek yazdır getir” dendi. Böyle bir şey olabilir mi Allah aşkına? Çek ne yahu? Bu devirde? Siz Türkiye’de ne yapıyorsunuz bilmiyorum ama güzel İsveçimiz’de tak diye kartla öderiz biz. Burada öyle değil.

Mecbur gittim en yakındaki bir benzin istasyonuna. Marketi de var kocaman. Çinli bir karı koca işletiyormuş. ”Şu kadar dolarlık çek istiyoruz” dedik. Kadın, kulağımda Çince tınısı bırakan bozuk İngilizcesiyle debelenerek bir şeyler anlatmaya çalıştı. Ne diyorsun teyze? Anlamak mümkün değil. Neyse ki daha düzgün konuşan kocası hemen yetişti. Onunla anlaştım. Biraz da çekle ödeme işine sinirlenmiştim ama adam tonunu hiç bozmadı. Sınırlı fakat düzgün konuşmak için çaba gösterdiği İngilizcesi ile durumu gayet sabırlı bir şekilde açıkladı. İşimi gördüm, çıktım. Tam arabaya oturdum, kontağı çevirdim ki dükkanın kapısına asılmış o tabela gözüme çarptı. Bir araba plakasından biraz büyükçe bu tabelanın sağ tarafında yarım bir Amerikan bayrağı vardı. Geri kalan kısmında ise bayrak mavisi fonun üzerinde iri ve beyaz harflerle şunlar yazıyordu:

Amerikalı olmaktan gurur duyuyoruz.

Bu müessese, aradığınız ürünleri size kaliteli bir hizmet anlayışı ile sunma amacı taşımaktadır. Yaşadığımız ve çalıştığımız bu ülkenin halkına hizmet etmekten kıvanç duymaktayız.

Vay be! (Aslında Wow dedim de…)

İnsan bir an afallıyor. Durup düşünmek lazım. Biliyor musunuz, ben 21 yıldır İsveç’te yaşıyorum. Herhalde kendime de bir şeyleri ispatlamak istiyordum ki, inşaatlarda moloz taşıdığım, ocak ve şubat soğuğunda gece sokakta sosis sattığım, demiryollarında vagonlara yemek yüklediğim olmuştur. Demek istediğim, bu işlerde çalışırken sıklıkla kendim gibi göçmenlerle içli dışlı olma fırsatı buldum. Sadece Türkler, Kürtler ve Süryaniler değil. İranlılar, Iraklılar, Sırplar, Ruslar, Kübalılar, Şilililer ve Kolombiyalılar ile de. Tamam, bir kısmımızı bir kenara koyalım ama genel olarak biz göçmenler İsveç’i sevmeyiz. İsveçliyi hele, hiç sevmeyiz. Havasını sevmeyiz, yemeklerini sevmeyiz, adetlerini hor görür, kültürünü yok sayarız. Tabii araba alacaksak Volvo’yu tercih ederiz ama o da ikinci elden satarken fazla değer kaybına uğramıyor diye.

Tüm göçmenleri kastediyorum da Türklere vuracağım örnek verirken. THY, Pegasus ve Anadolu Jet var şimdi. Haftada belki 20 sefer yapılıyordur Stockholm’dan. Yine de bu ülke bu kadar kötü, yeter artık, ben Osmanlı torunu olarak Ortadoğu’nun yükselen yıldızı ve lideri ana vatanıma döneceğim. Boğaz’ında bir rakısını içerim, camisinde namazımı kılarım diyenini pek duymadım. Demek ki artısı eksisine vurulduğunda İsveç yine ağır basıyor. Fakat İsveç’ten, İsveçlilikten, İsveçlilerden bir rahatsızlık duyulduğu da belli. Şimdi bunu tespit ettik. İyi.

Peki tüm suçu göçmenlere mi yükleyeceğiz? Önce İsveçliler İsveçliliği benimsiyor mu diye sormak lazım. Bu soruya bir neo-Nazi ile yapılan sokak röportajında verilen cevap, bir şeyleri kafama dank ettirmişti. Göçmenler İsveç’e, İsveç kültürüne dair neyi tehdit ediyor diye sorulmuştu Nazi’ye. Adam uzunca bir süre düşündükten sonra ık mık ederek ağzından ”Noel kutlamalarını tehdit ediyorlar” cümlesini çıkarabilmişti. Düşünsene, hesapta hayatını ve davanı ülkene, kültürüne, ırkına vakfediyorsun. Saç tıraşın, montun, ayağındaki botların ona göre. Ama Noel’in yanına bir şeycik daha koyamıyorsun. Biri de çıkıp Noel Baba’nın memleketi Antalya Demre dese, kesin kalp krizi geçirecek. Çok acı. Fakat suç Nazi’de değil, inanın bana. Geçen sene ülkenin sayılı ilerici üniversitelerinden birinde görev yapan bir tarih profesörü çıktı, ”İsveç kültürü diye bir şey yoktur” dedi. Bakın, şehrin tam merkezinden bir sanat performansı koyuyorum buraya.

Direği yamuk, ters dönmüş bir İsveç bayrağı. Pek çok sokakta yürüyen sıradan adam gibi benim de sanattan anlama yetim sınırlı. Bu eserden de çok emin değilim ama Avrupalı kolonicilerinin günahından biraz üzerlerine almak istiyorlar herhalde. Kötüyüz. Suçumuz, günahımız çok, burası çok yanlış bir ülke, bu ülke hiç kurulmamalıydı denilmek isteniyor olsa gerek. Böyle bir moda var çünkü. Üniversitelerinde okutuyorlar bunları. Enteresan. İş, kendiyle hesaplaşmayı aşmış. Etno mazoşizm diyorum ben buna. Ve bir şey daha söyleyeyim: Hepsi değil belki ama neo-Nazilerin bir kısmı göçmenlerden çok kendi entelektüellerine kızgın olabilir aslında. Eğilmiş, yamultulmuş, tükürülmüş bayrağa tepkililer. Bu bayrağı bu hale koyanlar göçmenler değil. Eli kalem tutanlar bu kadar abartıp saçmalamasa, bu dazlaklar da bu kadar zıvanadan çıkmayacak belki.

……

İşte Avrupa’nın göçmenleri öyleyken Amerika’nın göçmenleri de böyle. Tevekkeli değil, Asya kökenli Amerikalıların gelir ortalaması beyaz Amerikalıların gelir ortalamasından yüksek. Aman dikkat! Yanılmayalım; Çinliler burada daha çok kazandıkları için sevmiyorlar Amerika’yı. Kendilerini Amerikalı hissettikleri için iyi kazanıyorlar. Amerika onlara hayatlarını kazanma fırsatından önce Amerikalı olma fırsatı tanıyor Böyle bir şeyi Avrupa’da asla göremezsiniz.

İnsan olarak her birimiz için geçerli olan, ülkeler ve milletler için de geçerli olsa gerek. Sen kendinden nefret ediyorsan, seni de kimse sevmiyor. Kendine saygı duymuyorsan, başkaları da seni adam yerine koymuyor. Dışarıdan sevimsiz görünse de biraz Amerika gibi olacaksın o halde. Kendinden emin, inançlı, biraz ukala, azıcık höt hüt. Boş yapmayacaksın. Altını da dolduracaksın biraz. Sonra herkes etrafında pervane. Seni sevmeyenler bile.

Evi tuttuktan sonra kiralık arabadan kurtulmaya gelmişti sıra. Bir galeriye gittik. Orada bizi daha sonra gıyabında konuşurken kendisini brown sugah (kahverengi şekerim) diye anacağım siyahi Amerikalı Nash Hanım karşıladı. Bizi karşısına oturturken bir eliyle usulca masasının üzerinde duran İncil’in üzerini çeşitli broşürlerle örttüğünü fark ettim. Nash Detroitliymiş. Üzerine basa basa söyledi. ”Biz Detroit’te Amerikan arabası üretiriz” dedi. Sanki bilmiyorum. Beni ne sanıyor bu kız? Brown sugah… ”Ben oradan geliyorum” dedi. ”Size de Amerikan arabası öneririm” diye ısrar etti.

Biz de Amerikan arabası alalım diyoruz ama bütçemiz belli.

Bir süre sonra bir şekilde galerideki Türk çalışanlar bizi devraldılar Nash’den. Ve kısa bir müzakereden sonra bütçemizin de dışına taşmamak adına bir Japon arabasında karar kıldık.

Dükkandan çıkarken tekrar karşılaştım Nash ile.

– Bunu alacağız. Ne diyorsun bu araba için?

Nash omuzlarını silkti.

– Kötü değil. Ama bir Amerikan arabası da değil.

Şu yüzden anlatıyorum. Detroit çoook uzun zamandır bir ölü şehir. Ürettiği arabalar artık dünya piyasalarında yarışamıyor. Nash bunları bilmiyor mu? Yo, biliyor. Fakat Detroitli olmaktan, Amerikan arabaları üreten bir şehirden gelmekten dolayı müthiş gururlu. En önemlisi, hâlâ inanıyor.

Ve kanımca Amerika’yı Amerika yapan, onu büyük ve heybetli, yani great kılan da sadece ve sadece bu. Nash’in inancı, Çinli çalışkan çiftin parçası oldukları ülkeden duydukları gurur. Bunlar elle tutulamayan, gözle her zaman görülemeyen şeyler. Ancak farklı kültürlerden insanları bir arada tutacaksanız, aradığınızda daima bulmanız gereken şeyler de bunlar.

İşte hiçbir şeyi yoksa, bunları var Amerika’nın. Avrupa’da bunu ben pek göremiyorum mesela. Siz benden daha iyi bilirsiniz; Türkiye’de var mı?

İnsan olarak her birimiz için geçerli olan, ülkeler ve milletler için de geçerli olsa gerek. Sen kendinden nefret ediyorsan, seni de kimse sevmiyor. Kendine saygı duymuyorsan, başkaları da seni adam yerine koymuyor. Dışarıdan sevimsiz görünse de biraz Amerika gibi olacaksın o halde. Kendinden emin, inançlı, biraz ukala, azıcık höt hüt. Boş yapmayacaksın. Altını da dolduracaksın biraz. Sonra herkes etrafında pervane.
Son ziyaretimin üzerinden bir yıl geçmeden yine yolum düştü Amerika’ya. Yaklaşık iki haftadır Teksas’ın Houston şehrindeyim. Bir kere şunu peşinen söyleyeyim; pek çok yönden Amerika o kadar da great değil. Ev kiralayacaksınız diyelim. Ne elden ne de kartla para kabul etmiyorlar. Banka havalesi de olmuyormuş. ”Benzin istasyonuna git, çek yazdır getir” dendi. Böyle bir şey olabilir mi Allah aşkına? Çek ne yahu? Bu devirde? Siz Türkiye’de ne yapıyorsunuz bilmiyorum ama güzel İsveçimiz’de tak diye kartla öderiz biz. Burada öyle değil.
Mecbur gittim en yakındaki bir benzin istasyonuna. Marketi de var kocaman. Çinli bir karı koca işletiyormuş. ”Şu kadar dolarlık çek istiyoruz” dedik. Kadın, kulağımda Çince tınısı bırakan bozuk İngilizcesiyle debelenerek bir şeyler anlatmaya çalıştı. Ne diyorsun teyze? Anlamak mümkün değil. Neyse ki daha düzgün konuşan kocası hemen yetişti. Onunla anlaştım. Biraz da çekle ödeme işine sinirlenmiştim ama adam tonunu hiç bozmadı. Sınırlı fakat düzgün konuşmak için çaba gösterdiği İngilizcesi ile durumu gayet sabırlı bir şekilde açıkladı. İşimi gördüm, çıktım. Tam arabaya oturdum, kontağı çevirdim ki dükkanın kapısına asılmış o tabela gözüme çarptı. Bir araba plakasından biraz büyükçe bu tabelanın sağ tarafında yarım bir Amerikan bayrağı vardı. Geri kalan kısmında ise bayrak mavisi fonun üzerinde iri ve beyaz harflerle şunlar yazıyordu:
Amerikalı olmaktan gurur duyuyoruz.
Bu müessese, aradığınız ürünleri size kaliteli bir hizmet anlayışı ile sunma amacı taşımaktadır. Yaşadığımız ve çalıştığımız bu ülkenin halkına hizmet etmekten kıvanç duymaktayız.
Vay be! (Aslında Wow dedim de…)
İnsan bir an afallıyor. Durup düşünmek lazım. Biliyor musunuz, ben 21 yıldır İsveç’te yaşıyorum. Herhalde kendime de bir şeyleri ispatlamak istiyordum ki, inşaatlarda moloz taşıdığım, ocak ve şubat soğuğunda gece sokakta sosis sattığım, demiryollarında vagonlara yemek yüklediğim olmuştur. Demek istediğim, bu işlerde çalışırken sıklıkla kendim gibi göçmenlerle içli dışlı olma fırsatı buldum. Sadece Türkler, Kürtler ve Süryaniler değil. İranlılar, Iraklılar, Sırplar, Ruslar, Kübalılar, Şilililer ve Kolombiyalılar ile de. Tamam, bir kısmımızı bir kenara koyalım ama genel olarak biz göçmenler İsveç’i sevmeyiz. İsveçliyi hele, hiç sevmeyiz. Havasını sevmeyiz, yemeklerini sevmeyiz, adetlerini hor görür, kültürünü yok sayarız. Tabii araba alacaksak Volvo’yu tercih ederiz ama o da ikinci elden satarken fazla değer kaybına uğramıyor diye.
Tüm göçmenleri kastediyorum da Türklere vuracağım örnek verirken. THY, Pegasus ve Anadolu Jet var şimdi. Haftada belki 20 sefer yapılıyordur Stockholm’dan. Yine de bu ülke bu kadar kötü, yeter artık, ben Osmanlı torunu olarak Ortadoğu’nun yükselen yıldızı ve lideri ana vatanıma döneceğim. Boğaz’ında bir rakısını içerim, camisinde namazımı kılarım diyenini pek duymadım. Demek ki artısı eksisine vurulduğunda İsveç yine ağır basıyor. Fakat İsveç’ten, İsveçlilikten, İsveçlilerden bir rahatsızlık duyulduğu da belli. Şimdi bunu tespit ettik. İyi.
Peki tüm suçu göçmenlere mi yükleyeceğiz? Önce İsveçliler İsveçliliği benimsiyor mu diye sormak lazım. Bu soruya bir neo-Nazi ile yapılan sokak röportajında verilen cevap, bir şeyleri kafama dank ettirmişti. Göçmenler İsveç’e, İsveç kültürüne dair neyi tehdit ediyor diye sorulmuştu Nazi’ye. Adam uzunca bir süre düşündükten sonra ık mık ederek ağzından ”Noel kutlamalarını tehdit ediyorlar” cümlesini çıkarabilmişti. Düşünsene, hesapta hayatını ve davanı ülkene, kültürüne, ırkına vakfediyorsun. Saç tıraşın, montun, ayağındaki botların ona göre. Ama Noel’in yanına bir şeycik daha koyamıyorsun. Biri de çıkıp Noel Baba’nın memleketi Antalya Demre dese, kesin kalp krizi geçirecek. Çok acı. Fakat suç Nazi’de değil, inanın bana. Geçen sene ülkenin sayılı ilerici üniversitelerinden birinde görev yapan bir tarih profesörü çıktı, ”İsveç kültürü diye bir şey yoktur” dedi. Bakın, şehrin tam merkezinden bir sanat performansı koyuyorum buraya.

Direği yamuk, ters dönmüş bir İsveç bayrağı. Pek çok sokakta yürüyen sıradan adam gibi benim de sanattan anlama yetim sınırlı. Bu eserden de çok emin değilim ama Avrupalı kolonicilerinin günahından biraz üzerlerine almak istiyorlar herhalde. Kötüyüz. Suçumuz, günahımız çok, burası çok yanlış bir ülke, bu ülke hiç kurulmamalıydı denilmek isteniyor olsa gerek. Böyle bir moda var çünkü. Üniversitelerinde okutuyorlar bunları. Enteresan. İş, kendiyle hesaplaşmayı aşmış. Etno mazoşizm diyorum ben buna. Ve bir şey daha söyleyeyim: Hepsi değil belki ama neo-Nazilerin bir kısmı göçmenlerden çok kendi entelektüellerine kızgın olabilir aslında. Eğilmiş, yamultulmuş, tükürülmüş bayrağa tepkililer. Bu bayrağı bu hale koyanlar göçmenler değil. Eli kalem tutanlar bu kadar abartıp saçmalamasa, bu dazlaklar da bu kadar zıvanadan çıkmayacak belki.
……
İşte Avrupa’nın göçmenleri öyleyken Amerika’nın göçmenleri de böyle. Tevekkeli değil, Asya kökenli Amerikalıların gelir ortalaması beyaz Amerikalıların gelir ortalamasından yüksek. Aman dikkat! Yanılmayalım; Çinliler burada daha çok kazandıkları için sevmiyorlar Amerika’yı. Kendilerini Amerikalı hissettikleri için iyi kazanıyorlar. Amerika onlara hayatlarını kazanma fırsatından önce Amerikalı olma fırsatı tanıyor Böyle bir şeyi Avrupa’da asla göremezsiniz.
İnsan olarak her birimiz için geçerli olan, ülkeler ve milletler için de geçerli olsa gerek. Sen kendinden nefret ediyorsan, seni de kimse sevmiyor. Kendine saygı duymuyorsan, başkaları da seni adam yerine koymuyor. Dışarıdan sevimsiz görünse de biraz Amerika gibi olacaksın o halde. Kendinden emin, inançlı, biraz ukala, azıcık höt hüt. Boş yapmayacaksın. Altını da dolduracaksın biraz. Sonra herkes etrafında pervane. Seni sevmeyenler bile.
Evi tuttuktan sonra kiralık arabadan kurtulmaya gelmişti sıra. Bir galeriye gittik. Orada bizi daha sonra gıyabında konuşurken kendisini brown sugah (kahverengi şekerim) diye anacağım siyahi Amerikalı Nash Hanım karşıladı. Bizi karşısına oturturken bir eliyle usulca masasının üzerinde duran İncil’in üzerini çeşitli broşürlerle örttüğünü fark ettim. Nash Detroitliymiş. Üzerine basa basa söyledi. ”Biz Detroit’te Amerikan arabası üretiriz” dedi. Sanki bilmiyorum. Beni ne sanıyor bu kız? Brown sugah… ”Ben oradan geliyorum” dedi. ”Size de Amerikan arabası öneririm” diye ısrar etti.
Biz de Amerikan arabası alalım diyoruz ama bütçemiz belli.
Bir süre sonra bir şekilde galerideki Türk çalışanlar bizi devraldılar Nash’den. Ve kısa bir müzakereden sonra bütçemizin de dışına taşmamak adına bir Japon arabasında karar kıldık.
Dükkandan çıkarken tekrar karşılaştım Nash ile.
– Bunu alacağız. Ne diyorsun bu araba için?
Nash omuzlarını silkti.
– Kötü değil. Ama bir Amerikan arabası da değil.
Şu yüzden anlatıyorum. Detroit çoook uzun zamandır bir ölü şehir. Ürettiği arabalar artık dünya piyasalarında yarışamıyor. Nash bunları bilmiyor mu? Yo, biliyor. Fakat Detroitli olmaktan, Amerikan arabaları üreten bir şehirden gelmekten dolayı müthiş gururlu. En önemlisi, hâlâ inanıyor.
Ve kanımca Amerika’yı Amerika yapan, onu büyük ve heybetli, yani great kılan da sadece ve sadece bu. Nash’in inancı, Çinli çalışkan çiftin parçası oldukları ülkeden duydukları gurur. Bunlar elle tutulamayan, gözle her zaman görülemeyen şeyler. Ancak farklı kültürlerden insanları bir arada tutacaksanız, aradığınızda daima bulmanız gereken şeyler de bunlar.
İşte hiçbir şeyi yoksa, bunları var Amerika’nın. Avrupa’da bunu ben pek göremiyorum mesela. Siz benden daha iyi bilirsiniz; Türkiye’de var mı?


Posted

in

Tags:

Comments

Leave a Reply