Toplumsal değişimler elbette yaşamın akışında olağandır ama bazen bu değişimler beraberinde histeriyi de getirebilir.
1970’li ve 1980’li yıllarda annelerin iş hayatına katılımının artmasının ardından ABD’de gündüz bakım merkezlerine gereksinim doğmuş, çalışan anneler çocuklarını bu kurumlara bırakmaya başlamıştı.
Bu günümüzden bakıldığında kulağa gayet olağan gelebilir, ancak geçmişte yaygın örneği olmayan bu kurumlar özellikle annelerde suçluluğa ve kaygıya neden olmuştu.
Bu suçluluk ve kaygıyla baş edemeyen aileler çocuklarının kurumlarda istismar edildiğinden kaygılanmaya başlamış, bu kaygılar ve düşünceler bir süre sonra korkunç bir histeriye ve cadı avına dönüşmüştü. Ülkenin pek çok yerinde gündüz bakım merkezi çalışanları çocukları istismar etmekle, grup sekse zorlamakla ve şeytani ritüellere dahil etmekle suçlanmaya başlamıştı.
İddiaların adli boyuta yansımasının ardından ahlaki panik kamu çalışanlarını ve toplumu etkisi altına almış, istismar öyküleri “Çocuklara inanıyoruz” sloganı etkisinde araştırılmıştı. Çocukların beyanlarını dinleyen adli görüşme uzmanları yönlendirici görüşmeler yapmış, çocuklardan istismar edildiği cevabını alabilmek için aynı soruyu defalarca sormuş, savcılar çocukların çelişkili beyanlarına yeterince odaklanmamış ve bunun neticesi davalar, cezaevleri ve korkunç bir cadı avı olmuştu. İronik olansa şuydu, bu ahlaki paniğin sloganı olan “Çocuklara inanıyoruz” gerçekten uygulanmış olsaydı, çocuklar ilk beyanlarında istismarların hiçbir zaman gerçekleşmediğini söylemişlerdi. Aslında hem toplum hem de uzmanlar çocuklara değil paniklemiş ailelere inanmayı tercih etmişti.Yıllar süren davalar neticesinde yıllarca cezaevlerinde kalan kişiler suçsuz bulunmuş, olaylardan 2o yıl sonra sahte istismar öyküsüne inanmaya maruz kalan çocuklar travma yaşadıklarını anlatmışlardı.
İstanbul sözleşmesi de aslında bir histerinin sonucu olarak 2019 yılında tartışmaya açıldı. Örneğin İstanbul Sözleşmesi Ekşi Sözlük’te 2019 yılına kadar iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar entry girilmiş bir başlığa sahipti. Twitter’da da imzalanması, yürürlüğe girmesi ve uygulanması dahil haber değeri bile taşımamıştı. Peki ne oldu da, 2019 yılından sonra gündemimiz bir anda İstanbul Sözleşmesi oldu?Bunun dip dalgayla gelen Aile Mahkemeleri kaynaklı iki sebebi vardı. İlki “süresiz nafakaydı”. Evlenmiş ve boşanmış kişiler boşandıktan sonra eşlerine ölene kadar nafaka vermek istemiyordu. Konuyu Twitter’da ve Facebook’ta gündemde tuttular. Abdurrahman Dilipak gibi yazarların da desteğini alınca çağrıları daha güçlü hale geldi.
İkinci sebep ise velayetleri annelerinde olan çocuklarıyla görüşemeyen babaların icra yoluna başvurmak zorunda kalmasıydı. Bu icra yoluna başvurmak ebeveyne 2 haftada bir ortalama 500 TL masraf yaratmasına ve çocuğun bir “mal” gibi icra kanalıyla teslim edilmesine neden olmuştu. Bu çözümsüz kalan ve maddi/manevi sorun yaratan konu da babaların dernekleşmesine ve siyasilere baskı yapmasına neden oldu.
Şu çok net, İstanbul Sözleşmesi’nin hiçbir yerinde “süresiz nafaka” veya “icrayla çocuk teslimi” savunusu yok. İcra ile çocuk teslimi de, süresiz nafaka da oturulup konuşulabilecek ve uygun bir çözüm yaratılabilecek konulardı. Ancak kamuoyunun bu konuda sessiz kalması, kurumların, derneklerin ve kuruluşların uygun çözümü sunamamaları uzun vadede radikallerin sesinin daha fazla duyulmasına neden oldu. “Toplum elden gidiyor” ile ortaya çıkan histerinin bir kurbana ihtiyacı vardı ve daha sonra şeytanlaştırılacak İstanbul Sözleşmesi de bu histerinin kurbanı oldu. 2019 yılından önce İstanbul Sözleşmesi yokmuş gibi davranan Yeni Akit ile Milli Gazete İstanbul Sözleşmesi ile toplumun felakete sürüklendiği, aileye karşı savaş açıldığı ve toplumun iffetsizleştirildiği yazılarına yer verdi ve konuyu gündemde tutmaya gayret etti. Milli Gazete ve Yeni Akit’in kendi takipçileri için yaptığı bu haberler sadece kendi hedeflediği kitleyi etkilemekle kalmadı, “karşı tarafta” da sözleşmenin gücüne yönelik abartılı bir algıya neden oldu. #İstanbulsözleşmesiyaşatır etiketine yazılan gönderiler ve mor çerçeveli profil fotoğrafları ile yeni bir kültür savaşına sürüklenmiştik. İstanbul Sözleşmesi’nin son bulması toplumun bir kesiminde yenilgi ve hüzün, toplumun bir kesiminde galibiyet ve sevinç yarattı. Bu kültür savaşlarını yaratan iklimi ve güç dengesizliğini uzun uzadıya tartışabiliriz. O da başka bir yazının konusu olsun.
Ancak şunu söyleyebiliriz;
İstanbul Sözleşmesi, ne kadın cinayetlerinin önündeki tek duvardı, ne süresiz nafakaya neden oluyordu, ne çocukların icra yoluyla teslim edilmesine yol açıyordu, ne de boşanmaların veya evlilik birlikteliğindeki sorunların temel nedeniydi. Yıllardır kadın cinayetlerini tartışır gibi yaptığımızı ama yıllara göre ülkede kaç cinayet işlendiğini bile bilmediğimizi düşünürsek, uyandığımız günün sabahında aynı sorunlar daha da kronikleşmiş ve yeni kültür savaşlarının nedeni olarak bizi bekliyor olacak diyebiliriz.
Toplumsal değişimler elbette yaşamın akışında olağandır ama bazen bu değişimler beraberinde histeriyi de getirebilir.
1970’li ve 1980’li yıllarda annelerin iş hayatına katılımının artmasının ardından ABD’de gündüz bakım merkezlerine gereksinim doğmuş, çalışan anneler çocuklarını bu kurumlara bırakmaya başlamıştı.
Bu günümüzden bakıldığında kulağa gayet olağan gelebilir, ancak geçmişte yaygın örneği olmayan bu kurumlar özellikle annelerde suçluluğa ve kaygıya neden olmuştu.
Bu suçluluk ve kaygıyla baş edemeyen aileler çocuklarının kurumlarda istismar edildiğinden kaygılanmaya başlamış, bu kaygılar ve düşünceler bir süre sonra korkunç bir histeriye ve cadı avına dönüşmüştü. Ülkenin pek çok yerinde gündüz bakım merkezi çalışanları çocukları istismar etmekle, grup sekse zorlamakla ve şeytani ritüellere dahil etmekle suçlanmaya başlamıştı.
İddiaların adli boyuta yansımasının ardından ahlaki panik kamu çalışanlarını ve toplumu etkisi altına almış, istismar öyküleri “Çocuklara inanıyoruz” sloganı etkisinde araştırılmıştı. Çocukların beyanlarını dinleyen adli görüşme uzmanları yönlendirici görüşmeler yapmış, çocuklardan istismar edildiği cevabını alabilmek için aynı soruyu defalarca sormuş, savcılar çocukların çelişkili beyanlarına yeterince odaklanmamış ve bunun neticesi davalar, cezaevleri ve korkunç bir cadı avı olmuştu. İronik olansa şuydu, bu ahlaki paniğin sloganı olan “Çocuklara inanıyoruz” gerçekten uygulanmış olsaydı, çocuklar ilk beyanlarında istismarların hiçbir zaman gerçekleşmediğini söylemişlerdi. Aslında hem toplum hem de uzmanlar çocuklara değil paniklemiş ailelere inanmayı tercih etmişti.Yıllar süren davalar neticesinde yıllarca cezaevlerinde kalan kişiler suçsuz bulunmuş, olaylardan 2o yıl sonra sahte istismar öyküsüne inanmaya maruz kalan çocuklar travma yaşadıklarını anlatmışlardı.
İstanbul sözleşmesi de aslında bir histerinin sonucu olarak 2019 yılında tartışmaya açıldı. Örneğin İstanbul Sözleşmesi Ekşi Sözlük’te 2019 yılına kadar iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar entry girilmiş bir başlığa sahipti. Twitter’da da imzalanması, yürürlüğe girmesi ve uygulanması dahil haber değeri bile taşımamıştı. Peki ne oldu da, 2019 yılından sonra gündemimiz bir anda İstanbul Sözleşmesi oldu?Bunun dip dalgayla gelen Aile Mahkemeleri kaynaklı iki sebebi vardı. İlki “süresiz nafakaydı”. Evlenmiş ve boşanmış kişiler boşandıktan sonra eşlerine ölene kadar nafaka vermek istemiyordu. Konuyu Twitter’da ve Facebook’ta gündemde tuttular. Abdurrahman Dilipak gibi yazarların da desteğini alınca çağrıları daha güçlü hale geldi.
İkinci sebep ise velayetleri annelerinde olan çocuklarıyla görüşemeyen babaların icra yoluna başvurmak zorunda kalmasıydı. Bu icra yoluna başvurmak ebeveyne 2 haftada bir ortalama 500 TL masraf yaratmasına ve çocuğun bir “mal” gibi icra kanalıyla teslim edilmesine neden olmuştu. Bu çözümsüz kalan ve maddi/manevi sorun yaratan konu da babaların dernekleşmesine ve siyasilere baskı yapmasına neden oldu.
Şu çok net, İstanbul Sözleşmesi’nin hiçbir yerinde “süresiz nafaka” veya “icrayla çocuk teslimi” savunusu yok. İcra ile çocuk teslimi de, süresiz nafaka da oturulup konuşulabilecek ve uygun bir çözüm yaratılabilecek konulardı. Ancak kamuoyunun bu konuda sessiz kalması, kurumların, derneklerin ve kuruluşların uygun çözümü sunamamaları uzun vadede radikallerin sesinin daha fazla duyulmasına neden oldu. “Toplum elden gidiyor” ile ortaya çıkan histerinin bir kurbana ihtiyacı vardı ve daha sonra şeytanlaştırılacak İstanbul Sözleşmesi de bu histerinin kurbanı oldu. 2019 yılından önce İstanbul Sözleşmesi yokmuş gibi davranan Yeni Akit ile Milli Gazete İstanbul Sözleşmesi ile toplumun felakete sürüklendiği, aileye karşı savaş açıldığı ve toplumun iffetsizleştirildiği yazılarına yer verdi ve konuyu gündemde tutmaya gayret etti. Milli Gazete ve Yeni Akit’in kendi takipçileri için yaptığı bu haberler sadece kendi hedeflediği kitleyi etkilemekle kalmadı, “karşı tarafta” da sözleşmenin gücüne yönelik abartılı bir algıya neden oldu. #İstanbulsözleşmesiyaşatır etiketine yazılan gönderiler ve mor çerçeveli profil fotoğrafları ile yeni bir kültür savaşına sürüklenmiştik. İstanbul Sözleşmesi’nin son bulması toplumun bir kesiminde yenilgi ve hüzün, toplumun bir kesiminde galibiyet ve sevinç yarattı. Bu kültür savaşlarını yaratan iklimi ve güç dengesizliğini uzun uzadıya tartışabiliriz. O da başka bir yazının konusu olsun.
Ancak şunu söyleyebiliriz;
İstanbul Sözleşmesi, ne kadın cinayetlerinin önündeki tek duvardı, ne süresiz nafakaya neden oluyordu, ne çocukların icra yoluyla teslim edilmesine yol açıyordu, ne de boşanmaların veya evlilik birlikteliğindeki sorunların temel nedeniydi. Yıllardır kadın cinayetlerini tartışır gibi yaptığımızı ama yıllara göre ülkede kaç cinayet işlendiğini bile bilmediğimizi düşünürsek, uyandığımız günün sabahında aynı sorunlar daha da kronikleşmiş ve yeni kültür savaşlarının nedeni olarak bizi bekliyor olacak diyebiliriz.
Leave a Reply
You must be logged in to post a comment.