Sosyal inşacılığın kör kuyusu

‘Sosyal inşacılığın’ popülerleşmesinin Peter L. Berger ve Thomas Luckmann isimli iki sosyolog tarafından 1966 yılında yayınlanan Gerçekliğin Sosyal İnşası kitabına dayandığı konusunda yaygın bir görüş birliği var.

Sosyal inşacılık kavramı, 68 Paris gençlik isyanına katılanlar için faydalı bir ideolojik araç oldu. Aynı zamanda çoğunluğu sol görüşlü akademisyen olan çok sayıda gencin, Fransız üniversitelerinin beşeri bölümlerine ilgi duymasına da neden oldu. Kavram, buradan, Avrupa ve Amerika’daki beşeri bilimler bölümlerine ve sosyal bilimlere hızla yayıldı.

Bu gelişmenin hızlandırdığı entelektüel düşüncedeki değişikliklerin, Batı’nın akademik kurumlarında bugüne kadar yankı bulduğunu görüyoruz. Altmışların sonlarında meydana gelen, “sosyal inşacılık”, “postmodernizm” ve “postyapısalcılık” olarak isimlendirilen ve akademik bir trend dalgasını yöneten şey kültür devriminden başka bir şey değildi, ancak bu kavramların diğerlerinden farklı olup olmadığı veya hangi yönleriyle farklı olduğu hiç bir zaman tam olarak anlaşılamadı. Bazılarına yabancı olsa da sosyal inşacı jargon, takip eden 40 yıl boyunca, beşeri bilimleri başarıyla fetheden genç akademisyenler tarafından sıkça kullanılıyor.

Sosyal inşacı kuramı eleştiren insanlar arasında soru işaretiyle karşılanan bu gelişmeler, akademinin diğer bölümlerinde de etkisini hissettirdi. Eleştirenler, entelektüel olarak anlamlı bir şekilde akıl yürütme ve değerli sonuçlar üretmek için, herhangi bir türden akademik çalışmanın entelektüel titizlik, istikrar ve tutarlılık gerektirdiği fikrindeler.

Bununla birlikte, postmodernizmin/postyapısalcılığın ana ilkeleri, nesnelliğin terk edilmesi ve akademik çabanın “gerçeklik” arayışına adanmaması gerektiğidir. Başka bir deyişle nesnel gerçekler diye bir şey mevcut olmamalıdır.

Gerçeği ve nesnelliği aramayı bırakmanın sonuçları vahim olabilir. Örneğin, çatışma bölgelerinde, tarafsızlık ve nesnellik ilkelerini gözardı ederek yapılan bir gazeteciliğin hiç bir anlamı yoktur. Aynısı, toplumsal çatışmaların sosyolojik veya tarihsel çalışmaları için de geçerlidir. Bu, estetikte anlamın keşfi için bile söylenebilir – en uç noktada, nesnelliğe yapılan bir saldırı, bir Proust pasajının edebi değeri ile bir Trump tweet’i arasında ayrım yapmamızı engeller.

Post modernist düşünce özellikle toplumsal cinsiyet çalışmalarını etkiledi. Cinsiyet çalışmaları genellikle sosyal bilimler fakültesine aittir. Sosyal inşacı düşüncenin, nesnellik ve gerçeklik arayışı ideallerinden muaf olarak, sosyal bilimlerde ve beşeri bilimlerde hüküm sürmesine izin verildi. Bunun sonucu, toplumsal cinsiyet çalışmalarının teorilerinin ve “bulgularının” doğa bilimciler tarafından kabul edilemeyeceği oldu. Sosyal inşacıların, doğa bilimcilerin bölgelerine izinsiz girmeleri  özellikle kabul edilemez bir durumdur.

Doğal dünyanın açıklamaları ile geçerli doğa bilimleri arasındaki belirleyici fark bir dizi ilkelere bağlıdır: devam eden bir araştırmanın olası sonucu hakkında makul olmayan fikirlerin göz ardı edilişi; nesnellik ve tarafsızlık ilkelerine bağlılık; sonuçların güvenilir ve tekrar elde edilebilir oluşu; teorilerin yanlışlanabilir oluşu; anlamlılık seviyesinin test edilmesi gerektiği; ve eleştiriye ve dengeleyici hipotezlere açık oluşu.

Örneğin, memelilerde ve insanlarda beynin hipotalamusundan tirotropin salınımını düzenleyen Tirotropin Salgılatıcı Faktör (TRF) hormonunun çalışmasını düşünün. 1969’da, bilim adamları, kimyasal formülünü belirleyebilmek için bu maddeden yeterli bir miktar ayırabilmeyi başardılar. Bu, insan metabolizmasını anlamak için önemli bir adımdı ve daha sonra bazı hastalık türlerini tedavi etmek için kullanıldı. Bu araştırmadan sorumlu bilim adamlarına Nobel Ödülü verildi.

Ancak Fransız post modernist sosyolog, Bruno Latour, TRF üzerinde çalışan araştırmacılarla laboratuvarda iki yıl geçirdi ve deneyimi hakkında, 1979 yılında, Laboratuvar Yaşamı: Bilimsel Gerçeklerin İnşası başlıklı, oldukça etkili bir kitap yazdı. Latour ve ortak yazarı Steve Woolgar, TRF’nin gerçekten var olmadığı sonucuna varmışlardı.

Kimyacılar iki ayrı kütle spektrografı üretirler ve TRF’ın formülünü kısmen ikisi arasındaki farktan türetirler. Ancak Latour ve Woolgar, TRF’nin iki spektrum arasındaki fark olduğunu ve bu nedenle sadece sosyal bir yapı olduğu iddiasında bulundular. Kimyagerlerin, kimyasalı laboratuvarda sentezleyebileceğini, insanlara enjekte edebileceğini ve beklenen etkiyi gözlemleyebileceğini kabul etmediler.

Laboratuvar Yaşamı’nı okudum ve  yazarların ya biyokimyayı anlamaktan aciz olduklarını ya da basitçe anlamayı reddettiklerini düşünüyorum. Bununla birlikte, Latour’un beşeri bilimlerdeki meslektaşlarının çoğu, onun, Nobel Ödülü kazananların ve Louis Pasteur gibi diğer ünlü bilim adamlarının bulgularını çürütme yeteneğinden etkilendiklerini beyan ettiler. 2007’de Latour, beşeri bilimler ve sosyal bilimler içinde en çok alıntı yapılan düşünürlerden biri olarak gösterildi. Dahası, bilimsel çalışmanın temellerine meydan okuduğu için prestijli ödüller aldı. Latour’un birkaç kitabını okumuş biri olarak, iddialarından herhangi biri için onun hiçbir kanıt sağlayamayacağı görüşündeyim.

Bir sosyolog, bilim insanlarının sonuçlarının kendi finansal koşulları, kurumsal hiyerarşileri ve genel olarak toplumda geçerli olan düşünme biçimleri gibi sosyal durumlarına bağlı olduğunu savunmayı faydalı bulabilir. Ancak TRF adı verilen maddenin formülü, alternatif toplumsal koşullarda farklı olmazdı. Bununla birlikte, beşeri bilimler araştırmacıları, rutin olarak, bilimsel gerçeklerin, toplumsal kurgular olduğunu göstermek için, iddialarına destek verdiklerini söyledikleri bilgi sosyolojisi alanındaki yazarlara başvururlar.

Bazıları, Ludwik Fleck’in Genesis and Development of a Scientific Fact başlıklı 1935 tarihli kitabına atıfta bulunacaklardır. O çalışmayı okudum ve bilimsel gerçeklerin sosyal yapılar olduğuna dair hiçbir kanıt içermiyor. Karl Mannheim’ın bilgi sosyolojisine giriş olarak tasarladığı İdoloji ve Ütopya adlı 1929 tarihli kitabına atıfta bulunabilirler, ancak bu kitap da böyle bir kanıt içermiyor. Berger ve Luckmann’ın, benim de okuduğum ve gerçekliğin toplumsal bir kurgu olduğuna dair hiçbir kanıt içermeyen, Gerçekliğin Sosyal İnşası’na da atıfta bulunacaklardır.

Berger ve Luckmann’ın kitabının yayımlanmasından sonraki yıllarda, bilimsel gerçeklerin yalnızca sosyal yapı eseri olduğuna dair çok sayıda kitap daha yayınlandı. Bu konuda sağlam bir kanıtı olmayan Mannheim’a atıfta bulunmaları dışında, yine sağlam bir kanıtı olmayan Berger & Luckmann’a atıfta bulunarak bu iddiayı doğrulama peşindeler. Bu, postmodern metinlerde bulunan ve şu ya da bu gibi şeylerin “sadece sosyal bir yapı” olduğunu iddia eden genel eğilimdir. Bunlar bağımsız bir kanıt getirmeyip bunun yerine daha önceki bir otoriteye başvururlar, o da daha önceki bir otoriteden gelen bir referanstan başka bir kanıt sunmaz, onlar da gerçek kanıt üretemezler. . . ve bu sonsuza kadar devam eder ve temel iddiayı destekleyen gerçek kanıtlar hiçbir yerde bulunamaz.

Bu deneyimi birkaç yıl önce, erkek ve kadın davranışlarındaki farklılıkların bir dereceye kadar hormonlar gibi biyolojik faktörlerle açıklanıp açıklanamayacağına dair çevrimiçi bir tartışmaya karışma hatasını yaptığımda yaşadım. Rakiplerim biyolojinin cinsiyet farklılıklarında bir rol oynadığını şiddetle reddetti. Bir muhalif, “Cinsiyete dayalı davranışın sosyal bir yapı olduğu konusunda o kadar çok literatür var ki, biyolojik determinizm üzerindeki ısrarınız eğlenceli olmaya başlıyor” dedi. Biyolojik mekanizmaların etkisini belgeleyen uzun bir bilimsel referans listesi sunmuştum fakat rakiplerim bunu kabul etmeyi reddetti. Ve cinsiyete dayalı farklılıkların sosyal yapılar olduğunu gösteren benzer bir referans listesi talep ettiğimde, bu sağlanmadı.

Aşağı yukarı 80 yorum sonucunda, ikisini reddetmeyi hemen başardığım üç referans sağlandı. Bunlardan ilki Marksist biyolog R. Lewontin’in bir makalesiydi. Bu makale, sosyobiyolojiyi kabaca anlatır ve kalıtsal özelliklerin önemini reddeder. Örneğin, şöyle yazar: “Farklı derecelerde homoseksüel ve heteroseksüelliğin herhangi bir şekilde genetik temelli olduğuna dair en ufak bir kanıt yok.” Bu tamamen yanlıştır (yazının en altındaki kaynaklara bkz).

İkincisi, İngiliz eğitimci Becky Francis’in kız ve erkek çocukların oyuncak tercihlerinin oldukça cinsiyetçi olduğunu gösterdiği, ancak bunun neden böyle olduğuna dair bir kanıt sunmadığı bir çalışmadır. Ayrıca, erkek çocukların oyuncak tercihlerinin onları teknolojiye daha yatkınlaştıracağı iddiasında bulundu ancak bu iddiayı doğrulamak için hiçbir şey yapmadı.

Üçüncüsü, Christine Skelton, Becky Francis ve Lisa Smulyan tarafından düzenlenen, sosyoloji ve pedagoji alanlarında toplam 46 araştırmacı tarafından yazılmış, 35 bölümden oluşan, 511 sayfalık bir metin içeren, 2006 makale koleksiyonu olan SAGE Handbook of Gender and Education‘dı.  Tabii ki bir kerede okumadım, zamanla tamamladım. Hepsini. 511 sayfanın sadece bir sayfası cinsiyet farklılıklarının olası biyolojik açıklamalarını ele alıyor ve burada biyolojinin önemi olabildiğince önemsiz gösteriliyor. Kalan 510 sayfanın tamamı, cinsiyete dayalı davranışın sosyal bir yapı olduğunu varsayıyor ve bu iddia için ikinci derece ve dolaylı kanıtlar tek bir bölümde sunuluyor. Kalan bölümlerin hiçbiri doğrudan bir kanıt sunmamasına rağmen bu tür kanıtları içerdiği iddia edilen referanslar kitap boyunca alıntılanmıştır. Bu açıdan, en umut verici görünen metinleri aldım ve onları da okudum fakat kanıtları bulmak o kadar zordu ki hayal kırıklığına uğradım. Ancak tüm bu referanslar, aradığım kanıtları içerdiği iddia edilen diğer referanslara atıfta bulundu. Bu ikincil referansların en umut vericisini bir kez daha elde ettim ve bir kez daha boşa kürek çektim.

SAGE El Kitabındaki bölümlerden biri, Sidney Üniversitesi’nden bir sosyolog olan R. W. Connell (bir transseksüeldir ve bu nedenle kendi cinsiyet kimliği, kuşkusuz, sosyal bir kurgudur) tarafından yazılmıştır. Connell, Sidney, Avustralya’da “bağımsız bir bilim adamı” olan Bronwyn Davies’in 1993 tarihli bir metni olan Shards of Glass: Children Reading and Writing Beyond Gendered Identities’e atıfta bulunur. Davies, çocukların toplumsal cinsiyet söylemlerindeki pozisyonlarını değiştirmeyi öğretmede başarılı olduğu varsayılan fakat kanıtlanamayan yenilikçi eğitim çalışmalarını anlatıyor. Ama Davies’in kitabını okudum ve Connell’in iddialarını destekleyen hiçbir kanıt sunmuyor. Connell ayrıca Ø. G. Holter tarafından yazılan “Toplumsal Cinsiyet, Ataerkillik ve Kapitalizm: Bir Sosyal Biçimler Analizi” başlıklı ( analiz burada ve burada PDF olarak iki bölüm halinde mevcuttur) karmaşık analizine de atıfta bulunuyor. Holter, toplumsal cinsiyetin, erkekliğin ve kadınlığın toplumsal yaşamda tarihsel olarak belirli özelliklere sahip olduğunu gösterme iddiasındadır. O referansın 600 sayfasının tamamını okudum. Bu iddiayı desteklemek için sağlanan tek kanıt Connell’e yapılan bir göndermeydi, ki bu kanıtta gördüğümüz gibi, eninde sonunda, Holter’a atıfta bulunuyor!

Dünyanın herhangi bir yerinde toplumsal cinsiyet çalışmalarına aşina olan herkes postmodernizmin yıldızlarından biri olan feminist filozof Judith Butler’ın çalışmalarını bilecektir. Cinsiyet ve cinsiyet farklılıklarının sosyal kurgular olduğuna dair akıl almaz iddiasına kanıt bulabilme umuduyla en önemli kitapları olan Cinsiyet Belası ve Bela Bedenler‘i okudum. Butler’ın Fransız post modernistlerinden öğrendiği anlaşılmaz düzyazı tarzı bu süreci daha da zorlaştırdı. Bazı eleştirmenler, onun dolambaçlı, yüksek kaliteli akademik tarzının onu saldırıya uğramaz hale getirmeye yardımcı olduğunu, ancak bunun aslında destekleyici kanıt eksikliğini örtbas etmekten başka bir şey olmadığını savunuyor. Kitaplarına baktıktan sonra, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetin sosyal bir kurgu olduğu iddiasına dair hiçbir kanıt içermediği sonucuna vardım.

Bu zahmetli çalışmadan ve bu alandaki diğer tüm çabalarımdan, sosyal inşacı yaklaşım için sağlanan kanıtların çölde bir serap olduğu sonucunu çıkardım. Böyle bir şey yok. Beşeri bilimlerdeki çoğu insan – kovulma korkusu olmadan fikirlerini özgürce ifade edebilenler dahil – toplumsal cinsiyet rollerinin sosyal yapılar olduğunu ve doğa bilimciler tarafından elde edilen sonuçların sosyal ve politik çevreleri tarafından belirlendiğini varsayar. Binlerce sayfa akademik “araştırma” bu tür kavramları ifade ediyor ve binlerce üniversite öğrencisine işlerin böyle olduğu öğretiliyor. Ama hepsi saçmalık. Bütün senaryo İmparator’un Yeni Giysileri’ni andırıyor – kimse, İmparator’un çıplak olduğunu söyleme cesaretine sahip olan küçük çocuğu dinlemiyor.

‘Anlaşılmak’ amaçlı yapılandırılmamış olan bu malzemenin çoğu – ve özellikle Judith Butler’ın dogmatikliği – bir Latin ayini gibi işlev görür. Yaklaşık 600 yıl önce, İngiltere’deki din adamlarının sözde kötülükle savaşmak ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için var oldukları söyleniyordu. Vaazlar Latinceydi ve İncil sadece Latince olarak mevcuttu, bu nedenle halkın din adamlarının dini doktrin hakkında söylediklerini doğrulamasının hiçbir yolu yoktu. Birkaç idealist, sıradan insanların da okuyup anlayabilmesi için İncil’i İngilizce’ye çevirdiğinde, amaç – yalnızca prensipte –  daha fazla insanın Tanrı’nın sözüne doğrudan erişmesini sağlamaktı. Ancak din adamları bu fırsatı kucaklamak yerine, tüm çeviri girişimleriyle savaştı. Ve İncil insanların anladığı bir dilde mevcut olduğunda, din adamları İngilizce çevirileri yakıp, bunları dağıtanlar yakalanıp idam edildi ve Tanrı’nın sözünün daha geniş yayılmasını desteklemek mi yoksa kendi güç ve otoritelerini korumak mı seçenekleriyle karşı karşıya kaldıklarında, ikincisini seçtiler.

Her ne kadar muhalifler artık idam edilmiyor olsa da aynı motivasyondan beslenen benzer bir kişisel çıkar modeli bugün de görülmektedir. Sosyal inşacılık, birçok üniversitenin beşeri bilimler bölümlerini bir tür postmodern din adamlığına dönüştürmüştür. Kendi anlayışına göre, bu ruhban sınıfı, insan grupları arasındaki tüm farklılıkların toplumun adaletsizliğine tanıklık eden sosyal yapılar olduğunda ısrar ederek dünyayı iyileştirmeye çalışır. Bu nedenle toplum, bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için yeniden yapılandırılmalı ve kurulmalıdır. Ancak geniş kapsamlı bir toplumsal değişim talep ediliyorsa, o zaman önce bu taleplerin temelinin sağlam bir şekilde kurulması gerekir. Akademisyenler, bu tür farklılıkların gerçekte ne ölçüde sosyal yapılar olduğunu ve sosyal politikanın ve hatta toplumun kendisinin radikal bir şekilde yeniden düzenlenmesi yoluyla eşitsizliklerin ne ölçüde azaltılabileceğini veya ortadan kaldırılabileceğini kanıtlamak için çaba sarf etmelidirler. Ancak süreçteki bu adım basitçe atlanmaktadır. Bunun yerine teorisyenler, onları kanıtlama zahmetine girmeden iddialarda bulunurlar. Çıkarsız bir şekilde gerçeğin peşinden koşmak ve anlamak ile ideolojilerini ve etki konumlarını korumak arasında bir seçim yapmakla karşı karşıya kaldıklarında, sürekli olarak ikincisini tercih ederler.

Akademik çalışmada, önemli olması gereken tek şey, argümanları ve teorileri desteklemek için kullanılan kanıtların gücüyken, post modernist teoriler söz konusu olduğunda, argümanlar zayıftır ve destekleyici kanıtlar mevcut değildir. Post modernist teoride güvenilir kanıtlara dayanan hiçbir şey görmedim. Tüm akademik yazılar eleştiriye açık olmalıdır, ancak post modernist yazı bu standartta tutulursa, eninde sonunda başarısızlığa uğrar. Post modernist teoriler, kapalı ve kendi kendine hizmet eden, dogmatikliği bir imtiyaz aracı olarak görüp, eleştirenleri kınayan ve gerici olmakla suçlayan bir düşünce sistemi tarafından hala benimsenmektedir.

Ve böylece, beşeri bilimlerin ve sosyal bilimlerin büyük bir bölümü ideoloji tarafından yozlaştırılmıştır. Dürüstlük ve etik değerlere bağlılıkla çalışanlar elbette vardır, ancak azınlıktırlar ve kabul edilen anlatının ana unsurlarıyla çelişmedikleri sürece bu kişilere hoşgörü gösterilir. Üzücü sonuç şu ki, üniversitelerimiz dejenereleşiyor ve öğrencilerimiz toplumun geri kalanını daha fazla aşındırmaktan başka bir şeyle mezun olmuyorlar.

Kaynaklar

1 J. Michael Bailey & Richard C. Pillard (1991): A genetic study of male sexual orientation. Archives of general psychiatry 48 (12): 1089-1096.

2 A. R. Sanders et al. (2015): Genome-wide scan demonstrates significant linkage for male sexual orientation. Psychological medicine 45 (7): 1379-1388.


Not:

Yazının orijinali Danimarkalı biyolog Kåre Fog tarafından kaleme alınıp Quilette üzerinde yayınlandı. Buradaki çevirisidir.

‘Sosyal inşacılığın’ popülerleşmesinin Peter L. Berger ve Thomas Luckmann isimli iki sosyolog tarafından 1966 yılında yayınlanan Gerçekliğin Sosyal İnşası kitabına dayandığı konusunda yaygın bir görüş birliği var.
Sosyal inşacılık kavramı, 68 Paris gençlik isyanına katılanlar için faydalı bir ideolojik araç oldu. Aynı zamanda çoğunluğu sol görüşlü akademisyen olan çok sayıda gencin, Fransız üniversitelerinin beşeri bölümlerine ilgi duymasına da neden oldu. Kavram, buradan, Avrupa ve Amerika’daki beşeri bilimler bölümlerine ve sosyal bilimlere hızla yayıldı.
Bu gelişmenin hızlandırdığı entelektüel düşüncedeki değişikliklerin, Batı’nın akademik kurumlarında bugüne kadar yankı bulduğunu görüyoruz. Altmışların sonlarında meydana gelen, “sosyal inşacılık”, “postmodernizm” ve “postyapısalcılık” olarak isimlendirilen ve akademik bir trend dalgasını yöneten şey kültür devriminden başka bir şey değildi, ancak bu kavramların diğerlerinden farklı olup olmadığı veya hangi yönleriyle farklı olduğu hiç bir zaman tam olarak anlaşılamadı. Bazılarına yabancı olsa da sosyal inşacı jargon, takip eden 40 yıl boyunca, beşeri bilimleri başarıyla fetheden genç akademisyenler tarafından sıkça kullanılıyor.
Sosyal inşacı kuramı eleştiren insanlar arasında soru işaretiyle karşılanan bu gelişmeler, akademinin diğer bölümlerinde de etkisini hissettirdi. Eleştirenler, entelektüel olarak anlamlı bir şekilde akıl yürütme ve değerli sonuçlar üretmek için, herhangi bir türden akademik çalışmanın entelektüel titizlik, istikrar ve tutarlılık gerektirdiği fikrindeler.
Bununla birlikte, postmodernizmin/postyapısalcılığın ana ilkeleri, nesnelliğin terk edilmesi ve akademik çabanın “gerçeklik” arayışına adanmaması gerektiğidir. Başka bir deyişle nesnel gerçekler diye bir şey mevcut olmamalıdır.
Gerçeği ve nesnelliği aramayı bırakmanın sonuçları vahim olabilir. Örneğin, çatışma bölgelerinde, tarafsızlık ve nesnellik ilkelerini gözardı ederek yapılan bir gazeteciliğin hiç bir anlamı yoktur. Aynısı, toplumsal çatışmaların sosyolojik veya tarihsel çalışmaları için de geçerlidir. Bu, estetikte anlamın keşfi için bile söylenebilir – en uç noktada, nesnelliğe yapılan bir saldırı, bir Proust pasajının edebi değeri ile bir Trump tweet’i arasında ayrım yapmamızı engeller.
Post modernist düşünce özellikle toplumsal cinsiyet çalışmalarını etkiledi. Cinsiyet çalışmaları genellikle sosyal bilimler fakültesine aittir. Sosyal inşacı düşüncenin, nesnellik ve gerçeklik arayışı ideallerinden muaf olarak, sosyal bilimlerde ve beşeri bilimlerde hüküm sürmesine izin verildi. Bunun sonucu, toplumsal cinsiyet çalışmalarının teorilerinin ve “bulgularının” doğa bilimciler tarafından kabul edilemeyeceği oldu. Sosyal inşacıların, doğa bilimcilerin bölgelerine izinsiz girmeleri özellikle kabul edilemez bir durumdur.
Doğal dünyanın açıklamaları ile geçerli doğa bilimleri arasındaki belirleyici fark bir dizi ilkelere bağlıdır: devam eden bir araştırmanın olası sonucu hakkında makul olmayan fikirlerin göz ardı edilişi; nesnellik ve tarafsızlık ilkelerine bağlılık; sonuçların güvenilir ve tekrar elde edilebilir oluşu; teorilerin yanlışlanabilir oluşu; anlamlılık seviyesinin test edilmesi gerektiği; ve eleştiriye ve dengeleyici hipotezlere açık oluşu.
Örneğin, memelilerde ve insanlarda beynin hipotalamusundan tirotropin salınımını düzenleyen Tirotropin Salgılatıcı Faktör (TRF) hormonunun çalışmasını düşünün. 1969’da, bilim adamları, kimyasal formülünü belirleyebilmek için bu maddeden yeterli bir miktar ayırabilmeyi başardılar. Bu, insan metabolizmasını anlamak için önemli bir adımdı ve daha sonra bazı hastalık türlerini tedavi etmek için kullanıldı. Bu araştırmadan sorumlu bilim adamlarına Nobel Ödülü verildi.
Ancak Fransız post modernist sosyolog, Bruno Latour, TRF üzerinde çalışan araştırmacılarla laboratuvarda iki yıl geçirdi ve deneyimi hakkında, 1979 yılında, Laboratuvar Yaşamı: Bilimsel Gerçeklerin İnşası başlıklı, oldukça etkili bir kitap yazdı. Latour ve ortak yazarı Steve Woolgar, TRF’nin gerçekten var olmadığı sonucuna varmışlardı.
Kimyacılar iki ayrı kütle spektrografı üretirler ve TRF’ın formülünü kısmen ikisi arasındaki farktan türetirler. Ancak Latour ve Woolgar, TRF’nin iki spektrum arasındaki fark olduğunu ve bu nedenle sadece sosyal bir yapı olduğu iddiasında bulundular. Kimyagerlerin, kimyasalı laboratuvarda sentezleyebileceğini, insanlara enjekte edebileceğini ve beklenen etkiyi gözlemleyebileceğini kabul etmediler.
Laboratuvar Yaşamı’nı okudum ve yazarların ya biyokimyayı anlamaktan aciz olduklarını ya da basitçe anlamayı reddettiklerini düşünüyorum. Bununla birlikte, Latour’un beşeri bilimlerdeki meslektaşlarının çoğu, onun, Nobel Ödülü kazananların ve Louis Pasteur gibi diğer ünlü bilim adamlarının bulgularını çürütme yeteneğinden etkilendiklerini beyan ettiler. 2007’de Latour, beşeri bilimler ve sosyal bilimler içinde en çok alıntı yapılan düşünürlerden biri olarak gösterildi. Dahası, bilimsel çalışmanın temellerine meydan okuduğu için prestijli ödüller aldı. Latour’un birkaç kitabını okumuş biri olarak, iddialarından herhangi biri için onun hiçbir kanıt sağlayamayacağı görüşündeyim.
Bir sosyolog, bilim insanlarının sonuçlarının kendi finansal koşulları, kurumsal hiyerarşileri ve genel olarak toplumda geçerli olan düşünme biçimleri gibi sosyal durumlarına bağlı olduğunu savunmayı faydalı bulabilir. Ancak TRF adı verilen maddenin formülü, alternatif toplumsal koşullarda farklı olmazdı. Bununla birlikte, beşeri bilimler araştırmacıları, rutin olarak, bilimsel gerçeklerin, toplumsal kurgular olduğunu göstermek için, iddialarına destek verdiklerini söyledikleri bilgi sosyolojisi alanındaki yazarlara başvururlar.
Bazıları, Ludwik Fleck’in Genesis and Development of a Scientific Fact başlıklı 1935 tarihli kitabına atıfta bulunacaklardır. O çalışmayı okudum ve bilimsel gerçeklerin sosyal yapılar olduğuna dair hiçbir kanıt içermiyor. Karl Mannheim’ın bilgi sosyolojisine giriş olarak tasarladığı İdoloji ve Ütopya adlı 1929 tarihli kitabına atıfta bulunabilirler, ancak bu kitap da böyle bir kanıt içermiyor. Berger ve Luckmann’ın, benim de okuduğum ve gerçekliğin toplumsal bir kurgu olduğuna dair hiçbir kanıt içermeyen, Gerçekliğin Sosyal İnşası’na da atıfta bulunacaklardır.
Berger ve Luckmann’ın kitabının yayımlanmasından sonraki yıllarda, bilimsel gerçeklerin yalnızca sosyal yapı eseri olduğuna dair çok sayıda kitap daha yayınlandı. Bu konuda sağlam bir kanıtı olmayan Mannheim’a atıfta bulunmaları dışında, yine sağlam bir kanıtı olmayan Berger & Luckmann’a atıfta bulunarak bu iddiayı doğrulama peşindeler. Bu, postmodern metinlerde bulunan ve şu ya da bu gibi şeylerin “sadece sosyal bir yapı” olduğunu iddia eden genel eğilimdir. Bunlar bağımsız bir kanıt getirmeyip bunun yerine daha önceki bir otoriteye başvururlar, o da daha önceki bir otoriteden gelen bir referanstan başka bir kanıt sunmaz, onlar da gerçek kanıt üretemezler. . . ve bu sonsuza kadar devam eder ve temel iddiayı destekleyen gerçek kanıtlar hiçbir yerde bulunamaz.
Bu deneyimi birkaç yıl önce, erkek ve kadın davranışlarındaki farklılıkların bir dereceye kadar hormonlar gibi biyolojik faktörlerle açıklanıp açıklanamayacağına dair çevrimiçi bir tartışmaya karışma hatasını yaptığımda yaşadım. Rakiplerim biyolojinin cinsiyet farklılıklarında bir rol oynadığını şiddetle reddetti. Bir muhalif, “Cinsiyete dayalı davranışın sosyal bir yapı olduğu konusunda o kadar çok literatür var ki, biyolojik determinizm üzerindeki ısrarınız eğlenceli olmaya başlıyor” dedi. Biyolojik mekanizmaların etkisini belgeleyen uzun bir bilimsel referans listesi sunmuştum fakat rakiplerim bunu kabul etmeyi reddetti. Ve cinsiyete dayalı farklılıkların sosyal yapılar olduğunu gösteren benzer bir referans listesi talep ettiğimde, bu sağlanmadı.
Aşağı yukarı 80 yorum sonucunda, ikisini reddetmeyi hemen başardığım üç referans sağlandı. Bunlardan ilki Marksist biyolog R. Lewontin’in bir makalesiydi. Bu makale, sosyobiyolojiyi kabaca anlatır ve kalıtsal özelliklerin önemini reddeder. Örneğin, şöyle yazar: “Farklı derecelerde homoseksüel ve heteroseksüelliğin herhangi bir şekilde genetik temelli olduğuna dair en ufak bir kanıt yok.” Bu tamamen yanlıştır (yazının en altındaki kaynaklara bkz).
İkincisi, İngiliz eğitimci Becky Francis’in kız ve erkek çocukların oyuncak tercihlerinin oldukça cinsiyetçi olduğunu gösterdiği, ancak bunun neden böyle olduğuna dair bir kanıt sunmadığı bir çalışmadır. Ayrıca, erkek çocukların oyuncak tercihlerinin onları teknolojiye daha yatkınlaştıracağı iddiasında bulundu ancak bu iddiayı doğrulamak için hiçbir şey yapmadı.
Üçüncüsü, Christine Skelton, Becky Francis ve Lisa Smulyan tarafından düzenlenen, sosyoloji ve pedagoji alanlarında toplam 46 araştırmacı tarafından yazılmış, 35 bölümden oluşan, 511 sayfalık bir metin içeren, 2006 makale koleksiyonu olan SAGE Handbook of Gender and Education‘dı. Tabii ki bir kerede okumadım, zamanla tamamladım. Hepsini. 511 sayfanın sadece bir sayfası cinsiyet farklılıklarının olası biyolojik açıklamalarını ele alıyor ve burada biyolojinin önemi olabildiğince önemsiz gösteriliyor. Kalan 510 sayfanın tamamı, cinsiyete dayalı davranışın sosyal bir yapı olduğunu varsayıyor ve bu iddia için ikinci derece ve dolaylı kanıtlar tek bir bölümde sunuluyor. Kalan bölümlerin hiçbiri doğrudan bir kanıt sunmamasına rağmen bu tür kanıtları içerdiği iddia edilen referanslar kitap boyunca alıntılanmıştır. Bu açıdan, en umut verici görünen metinleri aldım ve onları da okudum fakat kanıtları bulmak o kadar zordu ki hayal kırıklığına uğradım. Ancak tüm bu referanslar, aradığım kanıtları içerdiği iddia edilen diğer referanslara atıfta bulundu. Bu ikincil referansların en umut vericisini bir kez daha elde ettim ve bir kez daha boşa kürek çektim.
SAGE El Kitabındaki bölümlerden biri, Sidney Üniversitesi’nden bir sosyolog olan R. W. Connell (bir transseksüeldir ve bu nedenle kendi cinsiyet kimliği, kuşkusuz, sosyal bir kurgudur) tarafından yazılmıştır. Connell, Sidney, Avustralya’da “bağımsız bir bilim adamı” olan Bronwyn Davies’in 1993 tarihli bir metni olan Shards of Glass: Children Reading and Writing Beyond Gendered Identities’e atıfta bulunur. Davies, çocukların toplumsal cinsiyet söylemlerindeki pozisyonlarını değiştirmeyi öğretmede başarılı olduğu varsayılan fakat kanıtlanamayan yenilikçi eğitim çalışmalarını anlatıyor. Ama Davies’in kitabını okudum ve Connell’in iddialarını destekleyen hiçbir kanıt sunmuyor. Connell ayrıca Ø. G. Holter tarafından yazılan “Toplumsal Cinsiyet, Ataerkillik ve Kapitalizm: Bir Sosyal Biçimler Analizi” başlıklı ( analiz burada ve burada PDF olarak iki bölüm halinde mevcuttur) karmaşık analizine de atıfta bulunuyor. Holter, toplumsal cinsiyetin, erkekliğin ve kadınlığın toplumsal yaşamda tarihsel olarak belirli özelliklere sahip olduğunu gösterme iddiasındadır. O referansın 600 sayfasının tamamını okudum. Bu iddiayı desteklemek için sağlanan tek kanıt Connell’e yapılan bir göndermeydi, ki bu kanıtta gördüğümüz gibi, eninde sonunda, Holter’a atıfta bulunuyor!
Dünyanın herhangi bir yerinde toplumsal cinsiyet çalışmalarına aşina olan herkes postmodernizmin yıldızlarından biri olan feminist filozof Judith Butler’ın çalışmalarını bilecektir. Cinsiyet ve cinsiyet farklılıklarının sosyal kurgular olduğuna dair akıl almaz iddiasına kanıt bulabilme umuduyla en önemli kitapları olan Cinsiyet Belası ve Bela Bedenler‘i okudum. Butler’ın Fransız post modernistlerinden öğrendiği anlaşılmaz düzyazı tarzı bu süreci daha da zorlaştırdı. Bazı eleştirmenler, onun dolambaçlı, yüksek kaliteli akademik tarzının onu saldırıya uğramaz hale getirmeye yardımcı olduğunu, ancak bunun aslında destekleyici kanıt eksikliğini örtbas etmekten başka bir şey olmadığını savunuyor. Kitaplarına baktıktan sonra, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetin sosyal bir kurgu olduğu iddiasına dair hiçbir kanıt içermediği sonucuna vardım.
Bu zahmetli çalışmadan ve bu alandaki diğer tüm çabalarımdan, sosyal inşacı yaklaşım için sağlanan kanıtların çölde bir serap olduğu sonucunu çıkardım. Böyle bir şey yok. Beşeri bilimlerdeki çoğu insan – kovulma korkusu olmadan fikirlerini özgürce ifade edebilenler dahil – toplumsal cinsiyet rollerinin sosyal yapılar olduğunu ve doğa bilimciler tarafından elde edilen sonuçların sosyal ve politik çevreleri tarafından belirlendiğini varsayar. Binlerce sayfa akademik “araştırma” bu tür kavramları ifade ediyor ve binlerce üniversite öğrencisine işlerin böyle olduğu öğretiliyor. Ama hepsi saçmalık. Bütün senaryo İmparator’un Yeni Giysileri’ni andırıyor – kimse, İmparator’un çıplak olduğunu söyleme cesaretine sahip olan küçük çocuğu dinlemiyor.
‘Anlaşılmak’ amaçlı yapılandırılmamış olan bu malzemenin çoğu – ve özellikle Judith Butler’ın dogmatikliği – bir Latin ayini gibi işlev görür. Yaklaşık 600 yıl önce, İngiltere’deki din adamlarının sözde kötülükle savaşmak ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için var oldukları söyleniyordu. Vaazlar Latinceydi ve İncil sadece Latince olarak mevcuttu, bu nedenle halkın din adamlarının dini doktrin hakkında söylediklerini doğrulamasının hiçbir yolu yoktu. Birkaç idealist, sıradan insanların da okuyup anlayabilmesi için İncil’i İngilizce’ye çevirdiğinde, amaç – yalnızca prensipte – daha fazla insanın Tanrı’nın sözüne doğrudan erişmesini sağlamaktı. Ancak din adamları bu fırsatı kucaklamak yerine, tüm çeviri girişimleriyle savaştı. Ve İncil insanların anladığı bir dilde mevcut olduğunda, din adamları İngilizce çevirileri yakıp, bunları dağıtanlar yakalanıp idam edildi ve Tanrı’nın sözünün daha geniş yayılmasını desteklemek mi yoksa kendi güç ve otoritelerini korumak mı seçenekleriyle karşı karşıya kaldıklarında, ikincisini seçtiler.
Her ne kadar muhalifler artık idam edilmiyor olsa da aynı motivasyondan beslenen benzer bir kişisel çıkar modeli bugün de görülmektedir. Sosyal inşacılık, birçok üniversitenin beşeri bilimler bölümlerini bir tür postmodern din adamlığına dönüştürmüştür. Kendi anlayışına göre, bu ruhban sınıfı, insan grupları arasındaki tüm farklılıkların toplumun adaletsizliğine tanıklık eden sosyal yapılar olduğunda ısrar ederek dünyayı iyileştirmeye çalışır. Bu nedenle toplum, bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için yeniden yapılandırılmalı ve kurulmalıdır. Ancak geniş kapsamlı bir toplumsal değişim talep ediliyorsa, o zaman önce bu taleplerin temelinin sağlam bir şekilde kurulması gerekir. Akademisyenler, bu tür farklılıkların gerçekte ne ölçüde sosyal yapılar olduğunu ve sosyal politikanın ve hatta toplumun kendisinin radikal bir şekilde yeniden düzenlenmesi yoluyla eşitsizliklerin ne ölçüde azaltılabileceğini veya ortadan kaldırılabileceğini kanıtlamak için çaba sarf etmelidirler. Ancak süreçteki bu adım basitçe atlanmaktadır. Bunun yerine teorisyenler, onları kanıtlama zahmetine girmeden iddialarda bulunurlar. Çıkarsız bir şekilde gerçeğin peşinden koşmak ve anlamak ile ideolojilerini ve etki konumlarını korumak arasında bir seçim yapmakla karşı karşıya kaldıklarında, sürekli olarak ikincisini tercih ederler.
Akademik çalışmada, önemli olması gereken tek şey, argümanları ve teorileri desteklemek için kullanılan kanıtların gücüyken, post modernist teoriler söz konusu olduğunda, argümanlar zayıftır ve destekleyici kanıtlar mevcut değildir. Post modernist teoride güvenilir kanıtlara dayanan hiçbir şey görmedim. Tüm akademik yazılar eleştiriye açık olmalıdır, ancak post modernist yazı bu standartta tutulursa, eninde sonunda başarısızlığa uğrar. Post modernist teoriler, kapalı ve kendi kendine hizmet eden, dogmatikliği bir imtiyaz aracı olarak görüp, eleştirenleri kınayan ve gerici olmakla suçlayan bir düşünce sistemi tarafından hala benimsenmektedir.
Ve böylece, beşeri bilimlerin ve sosyal bilimlerin büyük bir bölümü ideoloji tarafından yozlaştırılmıştır. Dürüstlük ve etik değerlere bağlılıkla çalışanlar elbette vardır, ancak azınlıktırlar ve kabul edilen anlatının ana unsurlarıyla çelişmedikleri sürece bu kişilere hoşgörü gösterilir. Üzücü sonuç şu ki, üniversitelerimiz dejenereleşiyor ve öğrencilerimiz toplumun geri kalanını daha fazla aşındırmaktan başka bir şeyle mezun olmuyorlar.
Kaynaklar
1 J. Michael Bailey & Richard C. Pillard (1991): A genetic study of male sexual orientation. Archives of general psychiatry 48 (12): 1089-1096.
2 A. R. Sanders et al. (2015): Genome-wide scan demonstrates significant linkage for male sexual orientation. Psychological medicine 45 (7): 1379-1388.
Not:
Yazının orijinali Danimarkalı biyolog Kåre Fog tarafından kaleme alınıp Quilette üzerinde yayınlandı. Buradaki çevirisidir.


Posted

in

Tags:

Comments

Leave a Reply